2 Mayıs 2009 Cumartesi

Bitmeyen Veda

Bir türlü sona ulaşmıyordu. İnemiyordum arabadan. İnsem sanki gök kararacak, kurtlar ulumaya, kuşlar kanat çırpmaya, başlayan her şey bitmeye başlayacaktı. Yapamadım. Bunları göze alamadım. Dikiz aynasına bakarak konuşuyordum. Tekrar aynaya doğru gövdemi kaldırdım. Ve:
-Başka bir şans daha yok mu?
+Şans mı? Ondan ne kadar uzakta olduğumuzun farkında değilsin herhalde...
-Peki, başka bir seçenek?
+Ne?
-Tanrı aşkına! Bitmesin! Gitmesin!
+İn şu arabadan!
-İnmem... İnemem Rich anla beni!
+Seni anlamak falan istemiyorum. Buna saatler öncesinden paydos ettim. Şimdi, in şu lanet arabadan! Sana emrediyorum!
-Haah! Emrediyormuş! Bu hakkı sana kimin verdiğiyle uğraşmayacağım. Şimdi bir daha asla beni göremeyeceksin!
+İN ŞU LANET ARABADAN! HEMEN!
-...
Elinde kalan son kartları yitirmiştim. Üstelik yağmurda yağıyordu. Ne o? Yoksa birinin gelip beni bu cehennemden kurtarması için, çığlık mı atacaktım? A, hayır. Böyle bir şeyin olması imkânsız. Hem burada kimse beni duyamaz ki!
Evet Anna. Çıkışın sonundasın. Buraya kadar gelmeyi nasıl başardın, aklım almıyor. Hem de her şey o kadar güzelken. Yalnızca bir gecede olup bitmişti ve sen her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmıştın. Şimdi de, kendini deyimleri dahi ihlal edecek kadar haklı görebiliyorsun. Bana bağırdığında, gözlerindeki nefreti görebildim. O kadar canlıydı ki... İmkânsızla oynuyordum. Baştan beri, benim olması imkânsız zarları tutuyordum elimde. Sahi, oyununda sonuna gelmiştik, öyle değil mi?
Çocuklukta kurduğum düşlerin çok ötesindeydim. Hangi yola girsem, dönülmez bir kavşak çıkıyordu önüme. Kavşak. Dönülmez. Beynimi oyalamak adına, saçmalıyordum. Bazen ufak taşları ayakkabımın ucuyla dövüyor, bazen herhangi birini eğilip alıyor ve herhangi bir arabanın lastiğine fırlatıyordum. Etrafı süzüp, sahibinin bunu görmemesini diliyordum. Hepsi bu kadardı. Arabadan ineli, ondan ayrıları bilmem kaç saat olmuştu ama ben hala aynı yerdeydim. Dönüp dolaşıp, arabadan indiğim yere geliyordum. Bir gece önce konuştuklarımız beynimi kazıyordu...
Cevapsız sorularımla, inmiştim arabadan. Oysa daha sormak istediğim o kadar çok şey vardı ki! Hiçbirini soramadan, sorduklarımdan hiçbirinin cevabını alamadan, inmiştim arabadan. Vedalaşamadan. “Hoşça kal” diyemeden, inmiştim. Peki, bitmiş miydi? Belki onun için “evet”. Ama benim için, o kadar kolay olmayacaktı. Hala beynimde, veda replikleri oluşturuyordum. Birini beğenmiyor, diğerini düşünüyordum. Onunla yeniden karşı karşıya gelebileceğimizi hayal ediyordum. Boston’daki evde... Onunla... Zordu... Zor bi ihtimaldi.
İçimdeki veda hala sürüyorken, gün dönmüştü geceye. Bağdaş kurup oturmuş, hayal kurup yorulmuştum. Oturup kalkıp, çakılları dövüyordum. İncinmiştim. Kırılmıştım.
Bitmeyen bir veda idi içimde yankılanan. Sönmeyen. An gibi, güneye doğru biriken bir veda.
—Yeniden, seni görebilir miyim?
+Hayır. İmkânsızı isteme benden. Bu yaşadıklarımızdan fazlasını verdim sana. İmkânsızı dileme benden.
—Hayallerimi, bununla sınırlı tutamam, öyle değil mi? Yalvarırım Rich. Tekrar seni görmeme izin ver.
+Hayır Anna. Anlamıyor musun? Bit-ti. Buraya kadarmış.
—Seni yeniden görebilir miyim Rich?
+Anna?
-Ricchh!! Gitme! Rich! Biri şu lanet arabayı durdursun!
+Anna buradayım, sakin ol!
..Hastanın durumu ağır. Ameliyathaneyi hazırlayın..
+Anna. Seni seviyorum. Affet beni. Anna.
-...


"En kötüsü neydi biliyor musunuz? Bile bile gitmesine izin vermek. Ve gelişini izlemek. En kötüsü hangisiydi biliyor musunuz? Onu kendi ellerinle o odaya tıkmak. Ve saatlerce yeşil ışık beklemek. Ve en zoru neydi biliyor musunuz? Aslında beklenenin asla gelmeyecek olması. Asla. Asla!"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder