11 Nisan 2012 Çarşamba

Kadın ve Erkek



Sokağın bir ucunda ben yatıyorum, diğer ucunda o.

Aynı gökyüzüne bakıyoruz ama aldığımız nefesler bambaşka. Yalnızlığı soluyorum ben, o ise kalabalık şehrin insanlarını içine çekiyor. Karışmıyor nefeslerimiz hiçbir gökyüzünün altında.

Ben kaldırımda ağlayan çocuklar görüyorum, ellerinde kâğıt mendil… O, aynı kaldırımdaki ayakkabı seslerini işitiyor muhtemelen. Belki kahkahalar bile eşlik ediyordur.

Ellerimi uzatıyorum gökyüzüne doğru, bulutlar parmaklarımın arasından geçiyor; güneş ellerimi yakıyor. Ben geleceği düşündüğüm her an, o geçmişe dönüyor. Toz toprak içinde elleri; adımları toprağa işliyor.

Kalkıyorum yattığım yerden, önümü görmeksizin koşuyorum. O yattığı yerde doğrulup, başını kaldırıma yaslıyor. Elinde paslı bir sigara, dumanı burnunda tütüyor.

Koşmaktan yorulmuyorum ama düşünmekten koşarak kurtulamayacağımı fark ediyorum. İki sokak çıkıyor önüme, gideceğim yol hangisinden geçiyordu? Sağ oluyor yine tercihim. Sağdaki sokağa doğru koşuyorum bu kez. O, ellerine bulaşmış toprağı kot pantolonuna sürüyor, temizleniyor.

Duruyorum aniden. Öyle ani oluyor ki bu, kaldırımdaki başını bana doğru çevirdiğini anlıyorum. O an kalbimin sesini duyuyorum. Kalbimin resmi geliyor, kulaklarımdan gözlerime çıkıyor atışı. İncecik damarlarımda dolaşan kıpkırmızı kanı görüyorum; o üzülüyor yakacak bir yeni sigarasının olmadığına.

Geç oluyor ama anlıyorum gideceğim bir başka sokak daha yok artık. Denizi görüyor gözlerim, denizi özlüyor gözlerim. Duruyorum yine olduğum yerde. Yere çöküyorum, bu kez olduğumdan daha emniyetli.

Ellerini pantolonunda gezdirerek kalkıyor yattığı yerden. Göz ucuyla bakıyor, eskiden benim olduğum yere. Gözlerini kısıyor sonra. Gözleri telaşlı, gözleri aciz. Göremiyor beni orada, bulamıyor yerimi. Kaldırımda ağlayan çocuklara soruyor, çocuklarınsa tek duyduğu kaldırımda yankılanan ayakkabı sesi. 

Koşuyor sağa sola, bulamıyor beni. Anlıyor geç olduğunu, sigara içen bir adama yanaşıyor. Beni soruyor. Adam üzülüyor yakacak bir başka sigarası olmadığına.

İki sokak çıkıyor karşısına, ben hangisindeydim? Sola dönüyor. Tercihi yine soldan.
Bulamıyor beni. Geç oluyor ama anlıyor gideceği bir başka sokak daha yok artık. Martıları görüyor gözleri, martıları özlüyor gözleri. Yaslanıyor bir duvara, kendinden korkuyor bu kez; gözleri nemli.

Dönüp ardıma bakıyorum. Yollar yürüyor, yıllar geçiyorum.

Ne vakit sonra rüyadan uyandığımda, bir kâğıt ve bir kalem zorluyor dilimi. Yazmak yaşamaktır, yazıyorum. O ise sadece susuyor. Yazmak geleceğe gitmektir, yazıyorum. O dönüp geçmişine ağlıyor.

Sokağın bir ucunda ben yatıyorum, diğer ucunda o.

Ben bir kadınım, o ise bir erkek.

30 Ocak 2012 Pazartesi

Tanrı Yalnız Değil



Ve belki de, asla affetmeyeceksin Tanrı’yı. Noellerde kırmızının akmadığı evlerde, soğuk sabahlara uyanacaksın. Çocuksun en nihayetinde, türlü hayallerin orta yerine kurduğun bir hayatı yaşıyorsun. Ve muhtemelen, sen yeryüzünde ağladığında, Tanrı gökyüzünden gülüyordu sana.

Nice vakit sonra öğreneceksin, Tanrı’nın sana anlatıldığı bir yüzünden, bambaşka yüzlere daha sahip olduğunu. En sevdiğin dostunu kaybetmiş gibi hissedeceksin. Bir araba kazasında, aşırı uyuşturucu alımı sonucunda, babanın işi yüzünden şehir ve dolayısıyla okul değiştirmen nedeniyle ya da başka bir sebepten dolayı. Gözyaşları ile dostuna, yani Tanrı’ya, veda ettiğinde odana gidip yeni bir başlangıç yapmayı planlayacaksın. Yatağının üzerinde, bembeyaz bir kâğıda karalanmış iki satırlık not, tüm geçmiş ve geleceğini sarsacak.
Bir daha asla, Tanrı’nın gözlerine bakarak ağlamayacaksın. Çünkü bileceksin, O, “kitaplarda” yazıldığı kadar adil değildi. Sana anlatıldı gibi yalnız da değildi üstelik. Melekler ve şeytanlar vardı, yolunda köle olmuş. Evet, belki hiç ağlamazmış ama kızdığı zamanlarda kullarını ağlatırmış; öğreneceksin. Bu ve daha nice kirli bilgi seni kolundan tutup, görülmesi mümkün olmayan şehirlere götürecek. Bir avuç dolusu yalan sunacaklar sana. Altında imzası olmayan mektuplar, hediyeler, isimsiz “kitaplar” ve bilmediğin yollara giden adresler. Tanrı’yı affetmene yetecek mi tüm bunlar; anlamayacaksın.

Ve bir daha asla altını ıslatarak uyanmayacaksın. Geçmişinin kömür kokulu Noellerine veda ettiğin günden bu yana, tek damla gözyaşı akıtmadığını fark edeceksin. Ellerini şakaklarına götürüp, parmak uçlarınla bastıracaksın. O zaman düşecek zihnine çocukluğun, kiri avuçlarından akan anıları. En son kaldırımın kenarına oturmuş, yağan karların altında soğuktan titreyerek okuyordun bir kitabı. Evet, aradan seneler geçmiş ve Tanrı’yı affetmiştin. Hafızanı zorlayan yalnızca iki satır vardı. Dostuna veda edişinin hemen ardından, yatağında bulduğun iki satırlık not… “Tanrı karşısında pes etmek, acizliktir…”

Tanrı’yı affettikten sonraki Noellerin mi? Bir daha asla soğuk sabahlara olmamıştı. Olmayacaktı da.

31 Aralık 2011 Cumartesi

Yeni Yıl..


Bir yıl daha bitiyor. Takvimden bir yaş daha attık hepimiz.

Ne mutlu ki bir senenin bitişini daha görebiliyoruz. Ve ilk kez, bir yılın bitmesine öylesine seviniyorum.

Hayatımın en zor yılını da geride bırakıyorum böylece. Yeni kararlar alıp, kendi kanunlarımı yazdığım, duvarlara asıp ardından kaldırdığım, bitsin diye her saniyeyi saydığım, avuçlarımdan kan kaybettiğim, takımıma sürülen lekelerle en zor zamanında yanında olduğum, haftalarca evden çıkmadığım, günlerce yemek yemediğim, ağladığım ve hemen ardından huzurla gülümseyip uyuduğum ve inandığım, güvendiğim insanları yitirdiğim bir yıl oldu.

Buradan kaldığında, anlaması güç gelebilir. Demek istediğim, zor bir yıldı 2011. Vazgeçişlerle doluydu. Savaşlar ve cephelerle.
2011’den kalan neydi derseniz, yaşanılan her kötü şeyin iyi bir sebebi varmış, bunu öğrendim.

Canın yandığında ne yaparsın? Ne dindirebilir acını ya da dindirebilir mi bir şeyler…
Ben canım her yandığında, sayfa sayfa iz ararım. Kitap aralarında, not defterlerinde, telefon kayıtlarında… Elimin uzandığı her yerde, canımı acıtana dair bir iz ararım. Geçeceğinden ya da o izin kalbimi iyileştireceğinden değil. Sadece, bir parça olsun güçlenmemi sağlayacağından. Acıyla yüzleştirmek olgunlaştırır insanı. Zaman ya da zaman içinde yer değiştirenler değil. Acının sebebini bilmek ve kabullenmektir esas olan.

2011’de acılarımla yüzleşmeyi öğrendim ben. Hatta biliyor musunuz, daha önce neden yapmadım diye de sorguladım kendimi. Uzun ve zorlu bir dönemdi benim beklediğim. Günahlar ve sevaplar karşılaşacak, hangisi ağır basarsa acım oraya yönelecekti. Sandığımdan çok daha kolay oldu.
Bir sabaha, içimdeki boşlukla uyanmanın ne kadar süreceğini düşünerek kavuştum. Haftalar ya da aylar değildi harcayabileceklerim. Canımı acıtan her neyse, onu acıtmak değildi istediğim. Ondan böyle kurtulamayacağımın da farkındaydım.

Ve sonra ne mi oldu? Beni neyin üzdüğünü düşündüm. Neden üzdüğünü ve benim buna nasıl izin verdiğimi. Bu kadar basitti işte. Acıyla yüzleşip, ondan kurtulmuştum.
2011’i yalnızca acı ile özdeştirmek biraz haince olabilir, lakin hatırımda kalan en güzel anım acılarım.

Yeni yıl için dile pelesenk olmuş birçok dilek olabilir elbet.
Benim öyle çok dileğim, duam ya da isteğim yok yeni yıldan. Büyüdükçe olmayacak dileklerden vazgeçebiliyor insan.

İçimizden taşan anılarınızın olacağı, taptaze ve unutulmaz bir yıl olsun hepimiz için…
 Kurallar koymadan bu kez ve özgürce..

13 Aralık 2011 Salı

Bir Adam..



Bir adam, hayatının dönüm noktasında her şeyi silip yeniden başlayacak güce sahip, konuşmadan da söylemek istediklerini sadece donuk bakışlarıyla anlatabilen bir adam.

Odayı aydınlatan ufak ışığın etrafındaki dönüşünü tamamlayacak az sonra. Elindeki yarısı boş bardağı masanın üzerine bırakmak için yaklaşıyor. Elleri, ne kadar da güzel… Ona ait en güzel şey belki de elleri. Işık vurdukça küçülen yeşil gözlerini devirerek anlatmıştı , “ellerini sevmelisin bir adamın en çok” susmuştu sonra. Adamın susması konuşmasından daha güzeldir çoğu zaman. Ve o hep susmayı seçerdi. En zor zamanında, nefesi konuşmaya yetmediğinde, gözleri sözlerden daha gerçek gelirdi.

Her şeyin en koyusunu seven bir adamdı. Ruhu belki çok değil ama giydikleri çoğunlukla koyu olurdu. Ellerinden sonra nesini sevmeli diye düşündüğünde, yürüyüşü denilebilir. Müzik dinlemeyi çok sevmez, iş ve ev hayatı arasında kalmaktan memnun gözükürdü çoğu zaman.

Şimdi onu neden anlatıyordu ki kadın? Üstünden asırlar dahi geçse unutulması imkânsız bir adamdı o zira. Saçları… Adam da kendinde en çok saçlarını severdi. Sarıdan kahverengiye çalan, her sıkıntısında o güzel ellerinden geçen saçları vardı. Bir de tüm yaşananları yalanlayan, içinde fırtınalara sebep olacak kadar derin, yeşil gözleri vardı. Sevmek ona göre değildi, bunu herkes zaten bilirdi. Sevmekten, bağlanmaktan, ait olmaktan korkan bir adamdı. Hayatta çoğu zaman başarısız olmuş, başarmaya çok yaklaştığındaysa bırakıp gitmişti. Korkak diyemezdik ama iç çekişlerini bile bin bir tereddütle gökyüzüne bırakan bir adamdı işte.

Ve öyle güzel kokardı ki adam. Satırlarda geçtiği gibi mükemmel bir görünüşü ve kişiliği yoktu elbet. Akşamları masasından eksik etmediği biralarıyla hayata tutunmayı seçmişti. Çoğu zaman yalnız ve sessizdi. İnsanı sarhoş eden bir sesi olduğu gerçekti. Hayata yanlış zamanda geldiğini düşündüren bir ruha sahip, ama onu dışa vurmayı hiçbir zaman başaramamış bir adamdı.

Çoğu zaman dağınık, düzenden nefret eden bir adamdı. Belki de sırf bu yüzden evlilikten korkuyordu. Bir kadınla hayatı paylaşma fikri bile itici geliyordu ona.

Tüm zıt görüşlere rağmen hayatta kalmayı başarabilmiş bir adam. Işığın etrafındaki dönüşünü tamamlayıp oturduğunda, gözleri gözlerini yakacağından emin olabileceğin kadar gerçek bir adam…

30 Eylül 2011 Cuma

Gitme

"gitme..

geçmiş zaman olursun gidince

birkaç mısra kalırsın

geleceğin ucundan

geçmez kalbimin

bir şiire tamamlanırsın"

7 Eylül 2011 Çarşamba

Adımlar Yaklaştırıyor







Söylesene bir daha ne zaman tutacaksın ellerini? Sahi, bakacak mı bir başkasının gözleri gözlerine, onun baktığı gibi.. Kim daha çok merak edecek seni? Gece yarılarında nefesin kesildiğinde, kim hayallerinden sıyrılıp nefes olacak sana?
Çok zor olacak, biliyorsun. Herkes geçti diyecek, bir çoğu seni anlıyormuş gibi dilini ısırıp konuşacak. Geçmiş zamanı değil ama yine aynı şeyleri söyleyecek. Bir el omzuna dokunup, "geçecek" diyecek.. Ama sen bileceksin, geçmeyecek. Evet, tozlanacak üzeri çiziklerle dolacak bir zaman sonra. Ellerinden geçip gidecek sıcağı.
Korkacaksın sevmelerden. Adımların hep geri duracak. Sınırlar koyacaksın insanlarla arana, bir başka tene dokunmanın hayali bile içini yakacak. Yağmurların olacak. Kalbinde ufak birikintiler olup dibe vuracaklar.
Biliyor musun, zamanla ondan gelen bu acıyı da seveceksin. Yollar tükenecek, yıllar sonra. Eskiyecek belki, ama asla geçmeyecek.
Yalnız kalmaktan değil ama yalnız kaldığında onu düşünmekten korkacaksın.
Öyleyse bir gerçek daha sana, en çok da onunla geçtiğin yerlerde attığın adımlar acıtacak canını...


Ne vakit sonra rüyadan uyanacaksın. Buz gibi soğuk bir odada, ölümle kıyaslayacaksın ayrılığı. O zaman hangisi ağır basacak bilmiyorum ama adımların seni o soğuk odaya yaklaştıracak, bundan eminim...
Hayatının tek bir yanlışla avuçlarından akıp gittiğini hissettiğin o ana benziyor şimdi her şey. Aynı ana dönüşüyor ufak ufak sesler. Gözler, gökle yer arasında kayboluyor. Bakışlardan bahsetmiyorum bile... Yollar kesişmeyeli uzun zaman olmuş.
Bir keşke dilini yokluyor, akla göğüs gerip zamana karşı duruyorsun. Cebinde ucu yırtılmış, tamamı sararmış bir fotoğraf.. "Dolunay var!" diyorsun, büyük bir coşkuyla belki de. Kimse karşılamıyor hislerini, geç fark ediyorsun.
Ah yine aynı ses yükseliyor. Gece düşüyor şehre. Yollara yapraklar sonra, bedenlere ayrı ayrı acılar bir de. Ölüm kadar soğuk mu diye düşünüyorsun bir süre. Karar çok geç açıklanmıyor kalbinde. "Evet" diyor bir ses içinden yükselerek göğe doğru, "ayrılık ölüm kadar soğuk bu mevsimde.."

11 Ağustos 2011 Perşembe

Dünya çok soğuk. Ve ben senin ellerine sarılmadığım zamanlarda, daha çok üşüyorum sevgili..

7 Ağustos 2011 Pazar

Ona her baktığında, bir şey hissetmekten "korkuyorsan" eğer, geçmiş olsun. Zaten hissetmeye başlamışsın demektir..

28 Nisan 2011 Perşembe

Ellerin Ceplerinde


Bir gün âşık olacaksın. Çok seveceksin sonra.


Avuçlarında avuçlarını hissedeceksin. Kalbinin sıcağını bileceksin. Onu gördükçe kalp atışların hızlanacak ve hatta nefesinin onunla tükendiğini düşüneceksin.

Bir gün âşık olacak, çok seveceksin. Ve sonra, çok sonra, onu kaybedeceksin. Dünya dönmekten vazgeçmeyecek. Güneşin etrafındaki dönüşleri seni etkilemeyecek belki ama bileceksin, yağmurlar daha çok yağacak artık.

Avuçlarında avuçlarının sıcağını hissetmeyi özleyeceksin sonra.

Nasıl sevmiştin onu? Saç diplerinden parmak uçlarına kadar sevmiştin. Aynaya ihtiyacın olmazdı, göz bebeklerine bakarken gözlerini görürdün zira.

Bir gün âşık olacak, çok seveceksin. Ve sonra, çok sonra, onu kaybedeceksin. Unuttun sanıp, ellerin ceplerinde yürümeye devam edeceksin. Ve hatta bir başka tene âşık olabileceğini düşüneceksin. Fakat bilmelisin, aşk insanın başına bir kez gelecek kadar özeldir. Belki şiirlere ya da filmlere konu olmayacaksın, ama sen de seveceksin. Boynundan kalbine giden uzun yolda ıslak adımlarla ilerleyeceksin. Gün geceyi kovalayacak, sen başkalarının ellerini seveceksin. Avuçları hala sıcak mı? Yüzünde senden izler var mı? Ve kalbi, o sıcacık kalbi hala delice atıyor mu? Bilmeyeceksin. Sen başka bir tende, kayboluşları arayacaksın. Hayatında olan, gittikten sonra yerine gelecek kişi için bedenine bulması imkânsız çizimler yapacak. Anlamayacaksın…

Bir gün âşık olacaksın. Çok seveceksin sonra. Dünya dönüşünü tamamladığında, avuçlarından akıp gidecek aşkı. Zaman, zamanı ellerinden alıp götürecek. Aşklara hasret kalacaksın.

Bir gün âşık olacaksın ve onu asla unutmayacaksın. Söylesene, insan gözlerine bakarak varlığını haykıran birini nasıl unutabilir?

12 Nisan 2011 Salı

İki Beden Aralığında Bir Veda



İlk kez, bir şehri aldattığımı bilmek huzur veriyor bana. Avunuyorum belki de… Yoksa yokluğunda geçen mevsimlere nasıl katlanabilirdim?


Artık gözlerim uzağı görmüyor. Yani gelsen de, ufacık damlaların içinden bana baksan da seni fark edemeyeceğim. Çok uzaktayım… Hayal gücün buralara gelmeye cesaret edemez, biliyorum. Tek başıma da değilim üstelik kalbime kulak vermeyeli çok oldu. Kuşlar çatılara konmuyor artık. Yağmur damlaları dövüyor, alışıyorum yokluğuna.

Çok su içmiyorum, turuncu balığım hala yaşıyor üstelik. Elimizin gittiği kitapları atalı çok oldu… Kızma lütfen, yatmadan önce kapıyı kilitlemeyi unuttuğum da oluyor zira.

Gün bitiyor, bir başka sabaha devriliyor. Kuşlar ötüşerek uyandırmıyor beni. Zaten onlara yem vermeyi de unutuyorum.

Uyuyup uyanıp rüyalar görüyorum. Hiçbirine uğramıyorsun sen. Sonra bir gece, cenazene geliyorum. Ellerim kan içinde, kalbimde bir sızı; pişmanlığa uyanıyorum yine. Biliyor musun, hayatımın tek keşkesi sensin. Keşke gitseydim, keşke söyleseydim, keşke anlatsaydım… Ah sevgili, keşke bu kadar çok sevmeseydim!

Her gün, bir öncekinden daha uzun geçiyor. Kimse senin gibi gülmüyor. Kalbimde bir sızı; kimse senin gibi bakmıyor. Seni son gördüğümde, uyuyor gibiydin. Ellerin karnında, nabzın atmıyordu. Neydi bu çalan, ayrılık şarkısı mı? Ah yapma sevgili, bir yerde yine karşılaşacağız nasılsa… Ben o günü bekleyerek ayakta duruyorum.

Soluklarım kesik kesik artık. Ne yemeklerde tat var, ne içtiğim şaraplarda… Radyolar bile sessizlik yüklü; kimse senin gibi uyandırmıyor beni. Sahi, uyumak ve uyanmak ne zordur bilir misin? Uyumak acı, çünkü yanımda yatan sen değilsin. Uyanmak yakıcı, çünkü yanında uyandığın ben değilim…

Ama hiç ağlamadım. Gidişinden bu yana tek damla gözyaşı dökmedim. Mevsim değişmiyor ya hani, ağlıyor işte bulutlar benim için.

Önce koltukta yapılan, uzun ve yorucu bir otobüs yolculuğu gibi sensizlik. Her an yeni bir şeyle karşılaşırım heyecanını taşıyorum. Olmayınca sıkılıyor, çabuk pes ediyorum. Cam açık, gözüme toz toprak karışıyor. Ellerimi camdan dışarı uzatıyorum, parmaklarım bulutların içinden geçiyor. Bir ordu var. Kalbimi acıtıyorlar. Korkuyorum, karanlık çöküyor şehre. Öyle usulca gelip, omzuma konsa korkmayacağım belki. Ama aniden geliyor o. En az senin gidişin kadar ani oluyor her şey. Evler büyüyüp küçülüyor, kuşlar göç ediyor, yolcular tren bileti alıyor, beyaz tenli bir dilenci bozukluklarını cebine atıyor. Bir çocuk sevdiği kızı öpüyor, gözüm gözlerini görmeyeli çok oldu. Kalbime kimse yuva yapamıyor. Az önce vurulmuştu, unuttun mu? Kulelerim yıkılıyor. Ah nasıl da savunmasızım. Yaşlı bir adam, elinde yıllanmış bavulu ile biniyor trene. Dönüp ardına bakıyor; el sallayacak kimsesi kalmamış geriye… Ben olsaydım diyorum; eğer o adamın yerinde ben olsaydım. Bir Pazar günü elimde bavulum, bu şehri terk ederken dönüp son bir kez ardıma bakar ve el sallardım. Unuttuğum ismine, öptüğüm dudaklarına, bastığım topraklara, kopardığım çiçeklere ve bana seni anımsatan her şeye…

Önce koltukta yapılan, uzun ve yorucu bir otobüs yolculuğu gibi sensizlik. Uzağı göremiyorum artık, ama inan değişen bir şey yok sevgili. Mavi kareli gömleğin asılı duruyor dolapta. Kahvelerimi hala şekersiz içiyorum. İsmim aynı her şeyden öte, gözlerimde hala sen varsın. Bir gün karşılaşacağız ve ben her şeyi unutacağım. Yeni demiyorum ama eskisinden daha iyi bir hayat yaşayacağız, söz veriyorum.

Ben sana bu satırları yazarken, turuncu balığım can vermiş senin aldığın akvaryumun içinde. Gece olmuş yine, kuşlar karşı evin camından bana bakıyorlar. Herkes seni bekliyor sevgili. Mavi kareli gömleğini yeniden giymeni, bir şarkı açmanı, kahve yapmanı ve dudakların titreyerek ağlarcasına bana sarılmanı bekliyor.

Sesimdeki çatlaklar mı? Sen gelince hepsi geçecek, biliyorum…

6 Mart 2011 Pazar


"Tek sahip olduğum şey sendeki anılarım. Bu anılarım güçlü ve güzel olmalı. Anlamıyor musun? Böyle hatırlanacağımı bilirsem, her şeye göğüs gerebilirim. Her şeye. Nelson, sen benim ölümsüzlüğümsün.."



Kasımda Aşk Başkadır

28 Şubat 2011 Pazartesi

bir fotoğrafa


Karşımdasın işte...
Bana bakmasan da oradasın, görüyorum seni.
Ah benim sevdasında bencil, yüreğinde sağlam sevdiğim.
Kalbime gömdüm sözlerimi, ceset torbası oldu yüreğim.
Tıkandığım o an,
Elimi nereye koyacağımı şaşırdığım o an işte,
Aklımdan o kadar çok şey geçti ki takip edemedim.
Ellerim boşlukta, ben darda kaldım.
Ellerim buz gibi, ben harda kaldım.
Bir senfoni vardı kulağımda çalınan,
bitti artık hepsi...

Köşeme çekildim, hani hep kaldığım köşeme.
Bakış açım belli oldu yine.
Geride kalan, ardından bakar gidenlerin.
Bir meltem olacak rüzgarım dahi kalmadı benim.
Dağlara çarptım her esişimde.
Yollara küfrettim her gidişinde.

Demiştim sana hatırlarsan:
“Önemli olan ‘zamana bırakmak’ değil,
‘zamanla bırakmamak’tir..”
Şimdi bana, geçen o zamanın
Unutulmaz sancısı kalır

Gittiğim eğer bensem, söyle bana kimden gittim?
Sende yoktum zaten ben, ben yine bende bittim...

Nazım Hikmet Ran

Biliyorum Sana Giden Yollar Kapalı


biliyorum sana giden yollar kapalı
Üstelik sen de hiç bir zaman sevmedin beni


ne kadar yakından ve arada uçurum;
İnsanlar, evler, aramızda duvarlar gibi

uyandım uyandım, hep seni düşündüm
yalnız seni, yalnız senin gözlerini


sen bayan nihayet, sen ölümüm kalımım
ben artık adam olmam bu derde düşeli

Şimdilerde bir köpek gibi koşuyorum ordan oraya
yoksa gururlu bir kişiyim aslında, inan ki

anımsamıyorum yarı dolu bir bardaktan su içtiğimi
ve içim götürmez kenarından kesilmiş ekmeği

kaç kez sana uzaktan baktım 5.45 vapurunda;
hangi şarkıyı duysam, bizim için söylenmiş sanki

tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor
nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini

Çocukça ve seni üzen girişimlerim oldu;
bağışla bir daha tekrarlanmaz hiçbiri

rastlaşmamak için elimden geleni yaparım
bu böyle pek de kolay değil gerçi...


alışırım seni yalnız düşlerde okşamaya;
bunun verdiği mutluluk da az değil ki

Çıkar giderim bu kentten daha olmazsa,
sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki


İnan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem,
son isteğimi de söyleyebilirim şimdi:

bir geceyarısı yazıyorum bu mektubu
yalvarırım onu okuma çarşamba günleri...

Cemal Süreya.

19 Şubat 2011 Cumartesi


Gözlerine bakarken
güneşli bir toprak kokusu vuruyor başıma,
bir buğday tarlasında, ekinlerin içinde kayboluyorum...

Yeşil pırıltılarla uçsuz bucaksız bir uçurum,
durup dinlenmeden değişen ebedî madde gibi gözlerin :
sırrını her gün bir parça veren
fakat hiçbir zaman
büsbütün teslim olmayacak olan...

10 Ekim 1945 - Nazım..

18 Şubat 2011 Cuma


"seni düşünmek güzel şey,  seni düşünmek ümitli şey
dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey
fakat artık ümit yetmiyor bana
ben artık şarkı dinlemek değil şarkı söylemek istiyorum"

Nazım..

10 Şubat 2011 Perşembe

hayat ?


Hayatın kendi başına bir anlamı yok. Hayat bir anlam yaratma fırsatıdır. Anlamın keşfedilmesi değil, yaratılması gerekir. Anlamı, ancak onu yaratırsan bulursun. Orada bir çalının arasında durmuyor. Yani sağına soluna bakınca, biraz arayınca bulamazsın. O bulunacak bir kaya gibi durmuyor. O, yaratılacak bir şiir, söylenecek bir şarkı, edilecek bir danstır.
Anlam bir danstır; taş değil. Anlam müziktir. Onu ancak yaratırsan bulursun.

OSHO

4 Şubat 2011 Cuma

gitmek.



Ey sevgili! Seni sevmekten ve düşlemekten asla vazgeçmedim.
Sen benim Diego Rivera’msın
Yıldızlarsın sen
Ay ve bulutlar
Haberlerdeki F16'lar
Kırmızı yatağımdaki o koca bedensin.
Çekmecemdeki son sigara
Beni sarmalayan o koca kadife yeşil ceketsin.
Bir kuş misali uçarak gitmek istediğim adamsın.
İran’sın, Suriye’sin.
Habur’da nöbet tutan askercik.
Mezepotamya’daki en vahşi kıpkırmızı gelincik.
Üzerine yattığım uçsuz bucaksız boz bir vadisin.
Marlon ve Brando’msun.
Küvetimde yatan şişman bir melek.
Sevincim acılarım tüm arzularım.
Tiyatrodaki istiklal caddesindeki eşim.
Gabriel Garcia Marquez’in son mektubusun.
Ve ben de o zorbadaki her tarafından şehvet fışkıran o şişman kadınım.

Kim uçurdu acaba kafamı?
Ben kafam olmadan da yaşarım.
Çünkü elim kolum bacaklarım var sana ulaşmak için
Ve bir de bir el bombası gibi fırlatıp tüm kahrolası sınırları havaya uçuracak bi kalbim..

yağmur & şiir.


şiir yazdım.
saat gecenin üçü.
sabah da olabilir aslında,
pek fark etmiyor.

şiir diyorum,
dua eden çocuklar için yazdım.
sonra oturdum, dua ettim.

biri benim için de şiir yazsın istedim.
yağmur yağdı ardından,
camdan içeriye sızan damlalardan fark ettim.

kapı çalıyordu bir yandan,
ben şiir yazarken.
yağmur da yağıyordu.
ve ben her mısrada bir kez daha ölüyordum kaptan.

yağmuru ve ölümü beklerken ölmek gibiydi bu.

sonra hikaye bitti,
şiir oldu.
ben uyudum,
saat sabaha karşı beşti..

2 Şubat 2011 Çarşamba

aynı şarkı.


kayı şehir hasretiyle mesela,
zordur yeni bir güne başlamak.

bankta oturuyorduk az önce.
elleri dizlerini dövüyordu bu kez.

ve başım omzunla her buluştuğunda,
bir yeni şarkı daha yazıyorum.

keşke biraz olsun sevseydin deri koltukta sevişmeyi sevdiğin gibi beni.
kayıp geleceğimizin kulağına masallarımı fısıldıyorum.
ve sen rüya gören çocukları aniden uyandıran kötü bir anne gibisin.

şimdi hatırlıyorum da,
ben son şarkımı yazdığımda
arabanın arka koltuğunda oturuyordum
ve vedalar kalıcıydı sevgili.

bir şarkı.


ben bir şarkı yazmıştım,
elleri ellerimde
ve az önce gözleri gözlerimdeyken.

sesi boğazımı yakıyorken.
nefesi boynumu yalayıp,
dili kalbimi öperken
hep şarkı yazardım ben.

bir şarkı yazmıştım ben,
elleri ellerimde
bir çay bahçesinde otururken.

İki çay söylemiştik, demli.
Ve bardakla gelen ikişer şeker eşliğinde,
bir şarkı yazmıştım ben.

sonra ne oldu hatırlamıyorum..

26 Ocak 2011 Çarşamba

bir dün, bir bugün..



Yanlış tahminler en sevdiğim yönümü, güneyimi, sert iklimlere boyun eğen bir kuzeye çevirirken ben doğumu batıda bekliyordum. Usul usul yağan yağmur, içimdeki ölüleri diriltiyor… Bir hikâyeyi anlatırken ayağımın kaymasından korktum. Yokuş yukarı çıkarken attığım her adımda sokağın en başındaki ölü denize bakan hücrelerim, doğum sancısını hissediyordu. Nefes alırken sıkışan göğsüm ve hediye paketindeki bir çeşit hüzünle, en kederli anımı yazıyor, yaşıyordum. Bir cumartesi günü, sana mevsimin son türküsünü okumam için en ideal gün.

- Gece: Aralık ayında bir Cumartesi. Bir gece, sabahı beklerken görülen bir düş kadar kısadır uyuduğunda. Ne yaptım sorusunun istemsizce sorulduğu yegâne andır. Acıdır, kimsesiz ve çoğunlukla yorgun… Baş yastıkla buluştuğunda olur olmaz hayaller düşüverir zihne. Bir gece, yılın son cumartesisinde, aralığın son haftasında bir cumartesi… Gece henüz güneşle değiştirmişken yerini, ben nefessizce yollara yazıyordum…

- Sabah: Aralık ayında bir Pazar. Ölümü beklerken öldüğünü hissettiğin bir Pazar. Cumartesinin hemen ardından insafsızca gelip, tepeye oturan bir Pazar, yılın son pazarı üstelik. Suratsız, bir o kadar da bencil bir Pazar günü, geceden kalma hüznünü sabaha dayayıp sesinin yettiğince haykırabilirsin! Gökyüzüne, ağaçlara, yollara… Dilediğince ve sesin çıktığınca, üstelik bir o kadar da sessizce… Bir Pazar günü, içsesine ayıracağın en ideal gündür.

- Yağmur: Sessiz ve sakin gökyüzü. Bir pazartesi günü. Camın hemen sol yanındayım. Elimde kahvem, gözlerimde yol, üzerimde senin bir Cuma günü aldığın şal ve uzakları düşünüyorum… Sessiz ve sakin yağıyor yağmur. Bir yaprak düşüyor önce, sonra bir yaprak daha takvimden. Yaşlanıyorum, yaşlanıyoruz… Bir pazartesi akşamında yağmur yağıyor. Gece lacivert; an, zamanın en koyusu…

- Yeni Yıl: Bin bir umutla güne başlamak önce… Bu yıl yepyeni bir ben olmak. Uçmak mesela, arabaya binip dilediğin tonda Michael Jackson dinlemek. Sonra hayat bir de, geçen seneden ne kadar farklı, farkında mısın? Okuduğun kitaptaki karakterler değişecek evvela, ardından insanlara yüklediğin anlamlar… Acı burnunu sızlatacak, sevinçten ağlayacaksın belki de. Yeni sorumluluklar yüklenecek omzuna, hayatın soğuğuna da, yazına da katlanmayı öğreneceksin zamanla…
Senenin son günü, bir Cuma… Yeni yılın ilk günü, cumanın hemen ertesi, bir Cumartesi… Bir mevsimi kucaklayacaksın önce. Kar yağacak muhtemelen, şehir baştan aşağı bembeyaz! Belki uzakta olacaksın şehrinden, uyandığın bizim sabahımız olmayacak. Saat gece yarısını vurduğunda, camın yanında yağmur hiddetle camı aşındırırken elinde kadehinle gözyaşını bırakacaksın bir seneden geriye… Hüzünlü günlerini hatırlayacaksın onlarla… Buluşmalarını özleyecek, en sevdiğin kelimelerin diline dolanmasını sonra. Nefessiz kalacaksın belki de…
Bir Cumartesi günü yeni yılı kucaklarken, hayatı yeniden ve yeniden anlayacaksın.

Ve bugün, hayatının geri kalan ilk günü…
Tadını çıkar!

25 Ocak 2011 Salı

İstanbul Gibisin


ben sana aşıkken ve adını henüz bilmezken...
görmediğim gözlerine hayran,
duymadığım sesine aşinayken.
bilmediğim kalbini avuçlamış,
sana toz konduramamışken..
            ben sana aşıkken ve üstüne şiirler yazarken,
bilmediğim ismini, hangi kulağıma fısıldadın?
adını hangi sokağın sol köşesindeki duvara kazıdın,
                                                  İstanbul?
şimdi tüm bu bildiklerimle,
hangi sokağından dönsem kar?
gözlerin Galata,
sesin Ayasofya,
kalbin avuç içi kadar Kız Kulesi..

23 Ocak 2011 Pazar

bir şehir


bir şehri yakmak mı günah,
yoksa o şehirde yanmak mı?
sevimsiz bir şeytanın tüm iştahıyla karşında durması gibi.
sessiz ve yorgun bir şehirde,
aşklar gece yarısından sonra yaşanır.
usulca bir yaprak dalından düşüp,
toprağın canına iner.
bilmediğin türküler çalınır kulağına,
üstelik karanlık bir gölge gibi parlar ay ışığında.
caddeler perişan,
yol boyunca ismi yankılanır bir şehirde.
aslolan gitmek mi kalmak mı, sorulur.
hali vakti yerinde bir sonbaharı tek adımla terk ederken,
şehirlerin yalnızlık çeker.
burnunu buzlu cama dayayıp soğuktan titrerken,
yolu ve tüm yolculuklarını düşünür,
kışın ilk nefesini ciğerlerine doldurursun...
hafızan tenini zorlar;
bir şehri yakmak mı günahtır,
yoksa o şehirde yanmak mı?

22 Ocak 2011 Cumartesi

Bu Yıl Yine Başka Olacak!

Şehre mevsimin ilk karı düşeli çok oldu. Şimdilerde hava soğuk, rüzgâr kuzeyden dümdüz esiyor yüzümüze. Yılların eskitemediği tek şey soğuk hava dalgaları sanırım. Henüz yağmayan kardan ve olası karlı havadan daha soğuk şimdi şehir… Soğuk havalarda ne var bilirsiniz. Yoğun is kokusu, tüten bacalar, kesilen elektrikler, yağan bolca kar, köşe başlarında soğuğa aldırmadan kestane satan adamlar, içilmeye cesaret edilemeyen soğuk sular, bin bir çeşit hileyle kanına karışan hastalık ve daha niceleri… Soğuk havalarda, tarifi imkânsız bir kalabalık ve kimsesiz bir yalnızlık vardır… Üstelik bu havalar, bir yıla veda etmenin en uygun zamanıdır. Şimdi gelin, bir yılı nasıl bitirdiğimize bakalım…


Her yıl tecrübelerine bir yenisini ekler insan. Daha iyi sevmeyi, kaybetmenin acısını, sımsıkı sarılmanın değerini, bir daha asla göremeyeceği insanlara özlem duymayı, yeniden ve yeniden düşe kalka hayata tutunmayı öğretir her yıl. Hem de hiç bıkmadan, tekrar tekrar, dinlemekten asla sıkılmayacağın bir şarkıymışçasına, geçmişini diline dolayarak. Mırıldanırsın bir şarkıyı farkında olmadan, gözünü kapamakla bile silinmeyecek anıların olur zamanlar. Bir şehri kucaklamayı özlersin, yeni bir hayata başlarken. Tam da her şey yolunda gidiyor derken, hayatın raylardan çıktığına tanık olabilirsin. Hiçbir şey seni yıldırmasın, her ışık karanlığı aydınlatmak içindir zira.

...

Ömrümün en uzun ve en kısa yılını geride bırakıyorum. Ölümle ilk kez burun buruna geldiğimi hissedişim, 2010 yılının Şubat ayına denk geliyor. Kapatmakla, örtmekle ya da boyamakla asla silinmeyecek bir izim oldu hayata dair. Baktığımda hala yüzümü ekşitip, canımın daha da yanacağı korkusunu içime hapseden bir ameliyat izim oldu. Tam geçti derken, yerine yenilerinin ekleneceği sinyalini verdi bu kez hayat bana. Düşe kalka çıktığım bu yolda, bir koltuk değneğine tutunarak adım adım yeniden yürümeyi öğrendim. Acı çekmeyi ve çektirmeyi. Elinden tutup yürüyeceğim insanların sayısı azaldı zamanla, omuz omuza yıllar tüketeceğimin garantisi olan hayatlarla tanıştım. Olmaz denilen oldu, "uğrunda ölürüm" dediğim o tek dostla hayatımı yeniden birleştirdim. Kızgınlıklarla son buldu tartışmalarım, pişman olup ağladığım, sevinçten havalara uçtuğum, duygusuzca saatlerin geçmesini beklediğim zamanlar geçti ardından, uçsuz bucaksız... Şimdi olsa, belki asla cesaret edemeyeceğim şeyleri, sırf o anda istiyorum diye yaptığım bile oldu. Hayatımda en çok sevdiğim adamı kaybettim sonra, yalnızlık nedir en çok o zaman anladım. Toprak kokusu, duymadığı asla istemediklerim listesinde yerini aldı. Herkesten gizlediğim, başım yastıkla birleştiğinde azat ettiğim gözyaşlarım oldu. Yerine kimleri koydum da, sensiz bir adım gidemedim...

Yeni yıl, yeni umut demektir; böyle öğrettiler bize. Öyle de oldu çoğunlukla. 2010 yılı, sevgimin somutlaştığı ve neredeyse ölümsüzleştiği bir yıl oldu. Yeni insanlarla, ortak bir hayata başladık. Sonra yenileri ve daha yenileri geldi...

Öyle çok özledim ki birini! Yüzüne bakmaya bile değmeyecek insanlara zaman harcayıp, pişmanlıklarımı yüzüme tükürdüm. Tamamı kötü değil; hatırıma düştükçe yaşlarla güldüren anılarım birikti. Yolculuklar yaptım, bir daha asla göremeyeceğim insanlarla, aklımdan hiç silinmeyecek zamanlar geçirdim. Bavulları doldurup boşalttım, bir şehri terk etmenin acısını yaşadım. En çok da "insan" nedir diye sordum; bulduğum cevaplarımla yolumda yürüyorum şimdilerde... Yollar gittim, satırlar dizdim. Yazıp bozdum, kızıp sildim geçmişi. Yalanlarıma, yalanlarınıza lanet ettim günlerce. Hastalandım, ölümü her an içimde hissettim üstelik. Bir el tuttu elimden, "geçek" dedi; zamanla hepsi geçecek... Ve geçti de en nihayetinde, zaman tutkusuna kapılmamayı imkânsız kılacak kadar güzel ve güvenmekten korkacağın kadar sinsi bir dosttur. Tanrı'nın sıcaklığını ve ne olursa olsun daima seninle olduğunu hatırlatan yegâne varlıktır. Nefes alabildiğin her ana şükretmeni ve bir başka hayatın nefesine hükmetmeyi öğretir zaman. Anlamadan ve bilmeden yanlışlar yaparak büyürsün. Bir yılı daha devirirsin, omzunda hiç bitmeyecek yüklerin olur; hayatla baş etmenin yollarını ararsın. Çıktığın yolda kaybolmayı göze alırsan, rehberin kalbinde olacaktır. Hiç bıkmadan, attığın her adımda Tanrı'ya güvenmenin huzurunu hissedeceksin...

Bir şehri hemen ardımda bıraktıktan sonra, yepyeni bir yıla adım atmanın keyfi, tarifi imkânsızdır! Yakıcı bir şarap kokusu karşılar evvela, ardından evrene soluksuzca gönderilen iyi dilekler... Ondan geriye sayılırken ışıldayan gözlerdeki umut, bu yılın bambaşka olacağının habercisidir!

Kararlısındır, kimseyi üzmeyeceksindir bu yıl. Her şeyi oluruna bırakıp, kafana takmayacaksın. Daha çok çalışıp, daha çok gülecek... Kendine vakit ayıracak, dostlarınla hatırı kırk yıl sürecek kahveler yudumlayacaksın... Biraz kilo mu aldın ne, iyisi mi yeni yılda spora başlamalı! Olabildiğince geç yatıp, hayatı daha uzun yaşayacaksın. Yeni şehirler görecek, farklı insanlar tanıyacaksın. Hep olumlu olacak, kalemin güçlüyse hatta bir kitap yazacaksın! Öyle ya, bu yıl diğerleri gibi bambaşka olacak...



Onu ya da bunu düşünerek değil, bencilce davranarak yazıyorum bu satırları. Bu yıl hepsinden farklı olacak! Yeni yılın ilk haftalarından sıkılacağım daha. Olmuyor deyip pes edeceğim. Ama hayat devam edecek elbet. Çok şey değil, odamda takvimi yenileyeceğim. Oysa her şey kaldığı yerden devam sürüp gidecek... Belki daha çok okurum. Vakit buldukça yazacağım. Yine şehir değiştirecek, yeni insanlar tanıyacağım. Ömrümün takviminden bir yıl daha atacak, kısacası yaşlanacağım... Tecrübelerim olaylara müdahale edip, beni yanlışlardan kurtaracak. Tanrı'ya sarılacağım sımsıkı, kırmaktan korktuğum bir kalbe dokunacağım. Sevecek ve ağlayacağım. Olmadık şeylere kızıp, yine sinirleneceğim! Değişen yalnızca bir yıl, koskoca bir hayat... Yepyeni ve umut dolu bir sene bizi henüz kapıda bekleyen.

İçinizin ısındığı, sımsıcak bir yıl olsun. Başınızı yastığa koyduğunuzda hayatın muhakemesini yapacağınız, nice sanlı günleriniz geçsin. Doğruyu bulup, doğruyu yaşayın. Ne olursa olsun, hatta ne yaşarsanız yaşayın, asla pes etmeyin! Sağlık başucunuzda, sevdikleriniz hep yanınızda olsun.

...

Yeni bir yıl, yeni bir umut demektir. Bu yıl, hepsinden farklı olsun!

11 Aralık 2010 Cumartesi

kahverengi gözler - 8

“Nefes aldığına şükretmek” diye bir şey var. Şimdi sıkı dur, bir başkasını daha söyleyeceğim: “Aldığın nefesi aynı şehrin gökyüzüne bırakabildiğine şükretmek.” Hayır, ben de önceden duymamıştım bunu, şimdi kaleme alıyorum zira. Düşündükçe dilim de, beynim de onaylıyor beni… Aynı şehrin gökyüzüne bakıyoruz sevgili, aynı şehrin topraklarında, aynı sabaha, alıştığımız o bin bir lanet ve zorlukla uyanıyoruz.


Benim şehrimdesin! Uyandığın benim sabahım. Benim sokaklarıma tükürüyor, benim şehrimin gökyüzünde süzülen bulutlardan akan damlalarda, benim yağmurumda ıslanıyorsun sevgili, tıpkı eskisi gibi. Bıraktığın gibi, kaldığımız yerden devam etmek ve hatta unutmamak için kenarını kıvırdığım, bitmesin diye her gün bir satır okuduğum ömrümün en güzel kitabını yatağın ucuna tepe takla attığım gün gibi, sen gibi, ben gibi sevgili. Tek bir toz bile ayaklanmadı gidişinde. Döneceğin, geleceğin tek aşikâr yanıydı zira. Bir gün gelecek, dönecek, benim şehrimde ölecektin. Öldün. Şimdi hayatımın geri kalan kısmını nasıl geçireceğimi düşünüyorum. Bu kez bildiğin gibi değil; salıncakta sallanırken o gıcırdayan paslanmış demirin kopmasından daha kötü. Daha yorgun, alacalı biraz da, sanki sen giderken kilitlenen kapının ardında gidişini izlerken buz tutan kalbim gibi. En kötüsü de, varlığını bilip yokluğuna katlanmak. Parçalanmak, dağılırken bile gidişinin izlerini toplamak.

Biliyor musun, istesen hala titretebilirsin ellerimi heyecandan. Güldüğüm senin sözlerin, baktığım gözlerin olabilir. El ele yürüdüğümüz o sokakta, ellerin ceplerinde geziyorsun şimdilerde. Karda kışta yürümeyi seversin sevgili, unuttum sanma.

Mevsim kışa vurduğunda daha bi özlüyorum seni. Ah! O Paris kokun hiç bitmiyor ki burnumda. Adın adımı yakıyor, tenin tenime değmeyeli aylar oldu, yıllar geliyor habersiz… Kaç olduk, dört mü? Eskidik işte iyiden iyiye. Nice yılları devirdik, omuz omuza kaç asır geçirdik sevgili. Sonsuz ve soluksuzca adını dilimde hissetmeyi diliyorum şimdilerde.



Ellerim diyorum. Üşüyorlar. Sensiz çok üşüyorum. Eldiven takmıyorum, sıcak kahve ve senin görmekten sıkıldığın kupa bardağımla yokluğuna katlanıyorum. Noele sadece yirmi gün kaldı. Yine kadehleri dolduracağım, kırmızı bitecek, beyaza geçeceğim hemen ardından. Bir beyaz yine kirlenecek, küflü bir nisan ayından arta kalan çiçek gibi tüten soba borularının eşliğinde, şehirlerim adımı adına yeniden ekleyecek. Sen sırtını duvara dayamış, yanında yatan bir başka teni tanımaya ve kavramaya çalışırken, ben gitmeden önce giydiğin kazağı avuçlayıp karın altına tutacağım. Islanacak sonra. Sesim yettiğince bağıracağım. Gözyaşlarım habersiz akacak benden. Çok zaman sonra fark edeceğim ki, giden sen değilmişsin. Yorganların içinde kaybolmuş vücudunu gördüğümde bayram havası olacak evimde. Gözlerin zihnime düşecek, ne vakit sonra delirdiğimi anlayacağım.

Hava soğuk. Dışarıda kar var muhtemelen. Ben yine sana döküyorum içimi. Fonda bizim şarkımız var. “Ayrıldığımızda dinleyelim” dediğimiz o küstah şarkı.

Gözlerin diyorum sevgili, gözlerin ne kadar yorgun. Sesin çatlamış. Toprakların kurumuş. Ellerin gitmiyor hiçbir şeye. Sayıklamaktan korkuyorsun geride bıraktığın geceleri. Kokun diyorum sevgili, en çok da kokunu özlüyorum. Aramızdaki uçurum gibi mesafe bir de, kolunu bilinçsizce omzuma atman falan. Geçen günleri, geçirdiğimiz ve hayal ettiğimiz günleri özlüyorum. Beyazın kirlenmediği, kırmızının akmadığı sabahlarda, uyanan tenine lanet eden o yorgun gözlerini, elaya çalan kahverengi gözlerini…

Ellerim diyorum sevgili, üşüyorlar. Ve sen istesen, hala titretebilirsin heyecandan. Sonra gözlerin tabii. Kahverengi gözlerini, Paris kokunu ve anlamadığım bir anda kolunu omzuma atmanı seviyorum. Dikkat et, seni değil, sensizliği dinliyorum şimdi.

Uyandığın benim sabahım, uyumaktan çekindiğin benim yatağım. Elinin değdiği her şey benim! Benim şehrimde, benim gökyüzüme bakıp, beni diliyorsun. Hiç bilmediğim bir tene, aynı köşede, benim sözlerimi söylüyorsun. Ve gözlerin sevgili. Kahverengi gözlerin. Öyle çok özlemişim ki…

Şimdi ise sana yeniden yazacağım, geleceğin tek aşikâr yanı…

Bekle sevgili, hasreti benim ruhumda kovala. Geleceğim ve yeniden yazacağım. Bekle sevgili, mevsim sonbahardan arta kalan bembeyaz bir örtüyken, gidişleri kabullenmek öyle kolay olmuyor. Yeni yıla seninle girecek, yine hep seni yazacağım.

Şimdi sus sevgili, hasretin tadını çıkar.

14 Kasım 2010 Pazar

Kahverengi Gözler - 7

Sanırım bana yazdıran, sen ya da bir başkası değil de, kış mevsimi. Tamam, kabul henüz kış mevsimine girmiş sayılmayız ama dengesiz havalar beni hasta etti. “iyi de, sen hasta olmayı çok seversin…” dediğini duyar gibiyim, burayı hızla geçiyorum sevgili.


Elinin uzanıp, aklının erişebileceği yerin çok uzağından yazıyorum sana bunları. Evet, geri döndüm. Kürkçü dükkânı saçmalığına benzetme lütfen, geleceğimi zaten biliyordun. Seni yeniden kaleme alabilmek için tam on ay bekledim! Noelden bu yana hiç yazmadım diye unuttum sanma. Genelde vaktim olmadı, kelimeleri toparlayamadım diyelim. En acısı da ne biliyor musun? Seni unuttum sandım! Yazları parfümünü değiştirdiğini atlamışım sevgili…

Senden sonra çok şey değişti, çok hayatla tanıştım. Her anımı, her günümü yeniledim. Saatlerce oturmaktan bayıldığımız o kafede, biri açık iki çay söylemiş halde bile buldum kendimi. Yalnızlığımı soğuk hastane odalarıyla paylaştım genelde, şehir dışına da çıktığım oldu. “Ege bizim her şeyimiz!” derken gamzeni ikram ederekten gülümseyişini hatırladım hep. Sustum sonra, yürüdüm yol boyunca. Bana seni, yolları ve gitmeleri hatırlatacak her şeyi yaptım. Delirdim bir zaman sonra, yazın en sıcağında üşüdüğüm bile oldu. En kötüsü de ne biliyor musun? Paris kokunu hiç duymadım sevgili…

Sonra fikrimi ne mi değiştirdi? Çok iyi hatırlıyorum, yazdan sonbahara usulca geçerken takıldığım yapraklardan birinde, ismini okudum. Adın, sesin, kokun; kulağımda, burnumda ve tüm hücrelerimde yankı yaptı. Mevsimsel şarkılarla dolu, koskoca on ay geçirdim sevgili.

Yeniden yazmaya karar vermem, seni gördüğüm güne denk geliyor. Sabah uyandığımda elinde o bilindik kupa bardağınla camın hemen sol yanında, seni gördüğümde, olanları bir düş sanıyordum. Değildi. Sen bilinçsizce kolunu omzuma atmış, Paris kokunla burnumu yakmıştın. Hafif ağlamaklıydı gözlerin, kahverengiden elaya çalıyordu sanki. İşte o anda, hayatımın yeniden değiştiğini sandım. Biz sahiden de konargöçerdik sevgili.

Paris kokunu, elaya çalan “kahverengi gözlerini” , anlamadan ve hiç beklemediğim bir anda kolunu omzuma atmanı özlemişim. Sana yine âşık oldum sevgili. Duymayı bir daha hiç istemediğim sesinle güne başlar oldum. Çok da sevmezdim seni, bilirsin. Yalnızca kopmayı aklıma bile getirmediğim alışkanlığımdın benim. Alışkanlık hafif kalacak, bağımlılıktın belki de. Aslında sen değil de, senin kahverengi gözlerindi ruhumu tetikleyen.

Söz veriyorum, Paris kokun burnumda hiç bitmeyecek. Baktığımda kahverengi gözlerin gözlerimi hep yakacak. Ve kolun omzumla her buluştuğunda, havasını soluduğum her şehir yeniden yanacak. Yakacak sesin kulağımı, bir şehir baştanbaşa âşık olacak.

Şimdi sus sevgili, vedaların tadını çıkar…

15 Eylül 2010 Çarşamba

Başkaları Cehennemdir..

Bu gidiş gelişler yordu seni hep…


Bir türlü yoluna girmedi bu hayat.


İsteklerin bir bir olurdu da ya sırası yanlıştı ya geç kalmıştı…

Şaşırtıyordu bu sıralama seni, yolundan ediyordu.

Darmadağın oluyordun.

Hiçbirşeyin peşinden tutkuyla gidemedin, gitmedin belki de bilmiyorum.

Uzaktan uzağa seyrederken seni hep içimde birşeyleri düğümledin…

Ağzımdan çıkacakları hep tarttım, hep hesapladım.

Kırmaktan korktum seni hep.

Zaten herşey ters bir de ben karartmak istemedim ortalığı.

Şimdi şimdi anlıyorum yanlış yapmışım…

Keşke korkmadan söyleseymişim düşündüklerimi.

Belki o zaman omuzlarındaki yükü biraz hafifletebilir, bu sıkıcı dünyanın içinde belki uçuk da olsa bir renk olabilirdim…

Siyah beyaz bir dünyaya hapsolacağını bilseydim,inan bana yapardım.

Kırmaktan da, seni kaçırmaktan da korkmazdım.

Bilemiyor işte insan.

İyi yaptığını zannediyor hep.

Zaten ne olursa hep bu yüzden olmuyor mu?

Herşey olup bittiğinde bir bakıyorsun ki; geriye senden eser kalmamış.

Başkaları hep senin için en iyisini istiyor,

hep senin adına kararlar alıyor; sen de bir başkasının hayatını yaşıyorsun.

Ama unutuyorsun; başkaları cehennemdir..



Jean Paul Sartre

Sesini Özledim, Özledim Çokk. #3

Ahmet Altan yazmış, ne güzel olmuş..

...
O sırada aklımız başka yerdedir, küçük işaretler değil, büyük altüst oluşlar aramaktayızdır, o küçük işaretin kıymetini bilmeyiz.

Sonra bir gece kaybedilmiş birinin acısıyla uyanırız.

Manasızca kaybettiğimizi anlayarak.

Çığlıklarla.

Aradığımız sevgiyi bulmuşuzdur ama bulduğumuz artık geçmişte kalmış, anıların arasına saklanmıştır, sevginin sahibi uzaklara gitmiştir.

Durrell'ın "Afrodit'in Başkaldırısı" isimli kitabındaki kahramanı gibi o korkunç soruyu sorarız:

"İnsan geçmişteki birini sevmeye başlayamaz yoksa başlayabilir mi?"

Geçmişteki birini sevebilir mi insan?

Eğer o "geçmiş" hálá belleğimizin kireçlenmiş, canlılığını kaybetmiş anıları arasında soluk alıp veriyorsa, hálá kımıldıyorsa, hálá zihnimize mızraklar gibi saplanıyorsa ve o işaretleri yeniden keşfetmek hálá canımızı acıtıyorsa, "geçmişteki" biri henüz "geçmiş" olmamış demektir.

Anılardaki işaretleri toplar, bir araya getirir, onları tek tek yerlerine yerleştirir ve karşımıza çıkan resmi yeniden sevmeye başlarız.

Ve, sorarız kendimize, "neden o zaman bu gerçeği görmedim?"

Cevap, Durrell'ın cümlelerindedir:

"O kadar bilgiden serseme dönmüş olduğum için onu olduğu gibi, yani doğal haliyle göremezdim."

Sevdiğimiz biri hakkında topladığımız bilgiler.

Çoğu zehirli olan bilgiler.

Onun hayatıyla, mazisiyle, yaptıklarıyla ilgili bilgiler, kendimizi eksik ve sevilmeye layık olmayan biri gibi görmeye yatkın zihnimizin yarattığı kuşkularla birleştiğinde, koyu sülfür dumanları gibi gözlerimizi yakar, bizi körleştirir.


Ve Cemal Süreya'nın bir şiiri de var aslında, ah o biz'lik mısraları taşıyor..

''Hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka / Keşke yalnız bunun için sevseydim seni....

bir yerlerde güneş doğuyor şimdi, sessiz, soğuk.. keşke yalnız bunun için sevseydim seni..
iki çay söylemiştik orda, biri açık, keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

okuduktan sonra dinle bir de:
Şebnem Ferah - Eski
Sertab Erener - Bir Damla Gözlerimde