29 Kasım 2009 Pazar

Alfabe


Uzun soluklu cümleler yükledim sırtına; uzun yollardan geçesin diye… Yağmur yüklü bulutlar getirdim toprağına; kurak mevsimleri unutasın diye… Bir bahar akşamında, umudu yol olmuş bir destan yazdım; yalnız sen oku diye…
Uzun uzun anlatamam seni mısralarda. Sığdıramam seni cümlelere ve kıyamam noktalara. Bir gün unutulup giderim, sel olur akar, yol olur kayar, ateş olur yakarım diye adını yazdım baş harfime. Zira senden aldığım harflerle, senden armağan cümleleri, sana hediye noktalarla sonlandırıyor ve sana hayal pullarla, seni anlatan mektuplar yolluyorum yokluğuna… Yokluğunun bu baharında da, eksik kalıyor alfabemin tek harfi… Adını yazıyorum adıma, baş harfime…
Uslu bir çocuktum ben. Yanaklarım hep al al, saçlarım sarı sarıydı o dönemde. Hep bilmediğim adını fısıldadım kremden radyoma. Ve eve her geldiğimde, hevesle çalardım senin şarkını. Şimdiki çocuklar şanslı… (mı?) Bizim zamanımızda yalnızca krem renkli radyolar vardı. Krem renkli radyolar ve kül rengi hoparlörler. Aslında griyi de severdim ben…
Ne diyordum… Uslu bir çocuktum ben. Ne zaman adım okunsa listede, pembeleşirdi yanaklarım, titrerdi soluğum. Ne zaman Ali baksa ata heyecanlanır, abaküsten bir sayı kaçırırdım. Ki hiç anlamazdım nedendir bu gökkuşağı fasulyeler; kırmızıdan, beyazdan çubuklar…
Ne diyordum? Uslu bir çocuktum ben. Gözlük çizme alışkanlığım vardı boşluklara. Zamanla boşluklar doldu, ben gözsüz çerçevesiz, adsız soysuz kaldım. Öğretmenimle çektirdiğim ilk fotoğrafımda, çatıktı kaşlarım. Zira başöğretmenimde gülmezdi pek sık… Sonra ne mi oldu o fotoğrafa? Hala çekmecemde, tanımlarından sıyrılmış gülümsüyor bana, çatık kaşlarıma… Birde sonradan eklediğim lacivert gözlüklere…
Sevimli bir çocuktum ben. Listede adım her okunduğunda heyecanlanırdım. Ve bilirdim, yine vakit geldi bana… Ve hep kolaya kaçan bir çocukluk yaşadım. Zor gelen her satırı atladım okuma saatlerinde. Oysa hiç anlamazdım neden çizeriz çizgileri, neden yazarız bir bir alfabeyi… Bir harfim eksik şimdi zira. Ve anlıyorum artık çizgilerin derinliğini…
Uçurtmanın ardına düşmeyeli yıllar, alfabeyi öğrendiğim sınıfa girmeyeli yollar oldu. Ne mevsimler tükettim, ne çiçekler soldurdum o günden bu yana. Bana öğrettiğin her adımda, ne yokuşlar çıktım düşe kalka… Duydum ki şimdi hastaymış öğretmenim, mezarındaymış başöğretmenim. Alfabeyi öğreneli yıllar, alfabemin baş harfini kaybedeli yollar oldu…
Ne diyordum… Heyecanlı bir çocuktum ben. Heyecandan gözleri kuruyan ve akan yaşlarıyla kurak toprakları ıslatan ve kışın gölgesinde güneşlenen bir çocuktum ben. Çocukluğumu okulda, okulu çocukluğumda geçirdim.
Şimdi saçları kahverengiye, gözleri umuda çalan bir kızım. Çocukluğum cahilliğimden değildi ama büyüdüm, öğrendim… Şimdi alfabemin baş harfinin, vatanımın başöğretmeninin yokluğunu hissediyorum. Bundandır ki adıma sakladım baş harfini, baş harfime sakladım, ilk harfini. Ve kaybettiğimi sandığım her harfi, yine buldum baş harfinde…

27 Kasım 2009 Cuma

bayram

Kağıda dökebileceğim birkaç anım olsun. Bayramda mesela.
Ben hiç sevmem ki kurbanbayramını, beş yaşımdan beri!
Ama günler kısa, geceler uzun bu vakitte...
Katlanmak dedikleri, bu olsa gerek.
Ben hiç sevmem kurbanbayramını... Tam beş yaşımdan beri korkarım kesilen hayvanların, üzerimde dolaşan çığlıklarından. Uzak tutamamaktan korkarım kaderi kendimden. Kaderi kendi ellerimle boğamam zira.
Unutkanım ben. Bir çocuğum gökyüzüne henüz aldanmış.
Kağıtlarım var benim. boyalarım hiç olmadığı kadar çok! sevdiklerimse, ellerimden kayıp gidebilecek kadar bile yok... kalemlerim var benim. hepsi kurşundan, hepsi 0.7 uçtan kalemlerim...
kağıda dökebileceğim birkaç anım olsun...
saçlarım mesela. uzasınlar, yine kestireceğim onları.
ben bayramları hiç sevmem zira...

21 Kasım 2009 Cumartesi

New Moon !

" şiddetle başlayan hazlar, şiddetle son bulurlar.. ölümleri olur son zaferleri, öpüşürken yokolan ateşle barut gibi.. " Romeo ve Juliet..

İşte " Alacakaranlık Efsanesi"nin devam filmi New Moon Romeo ve Juliet'in bu müthiş replikleriyle başlıyor. Rahip Lawrence'nin Romeo ve Juliet'in imkansız ve acılı aşkını anlattığı sözleri, bu kez Isabella Swan'ın ağızından duyuyoruz...
Ne diyebilirim ki bu film için? Zaten birinci film için ölüp ölüp diriliyordum. Tüm repliklerini ezberlemiştim Alacakaranlık'ın. Üstüne bir de Yeni Ay vizyona girince, yaşadığımın tam olarak ne olduğunu anlayamadım. Ama yine de birazıcık da olsa, eleştirmeliyim bence. (!)
Başta yönetmen değişikliği olağanüstü derecede yaramış bu filme. Çekimler o kadar canlı, o net ve o kadar gerçekçi ki, bi ara kurtadamların sahiden de varolduğuna inandım. Ayrıca oyuncu değişikliği de yaramış filme. Victoria'nın saçları çok hoşuma gitti mesela... Ama diğer oyuncular, (Bella dışında) baya bir değişmişler sanki. Nasıl desem, ya sahiden büyümüşler ya da çekim esnasında güzellik iksiri falan kullanmışlar. Çünkü hepsinde yine bi olağanüstülük sezdim.
Söyleyeceğim o ki, film gerçekten de harikaydı. Yönetmenin, oyuncuların, senaristin, yardımcı ekibin ve YAZARIN emeğine sağlık. Gerçi yazarı bu filmde göremedik ama olsun umarım Eclipse'de yine oynar :) Yalnız şunu da eklemeden geçemeyeceğim, filmin sonunu hiiiç beğenmedim! :(
Yani uzun lafın kısası, başta Jacob ve Bella olmak üzere bu filmin ve konunun sahiden de hakkını vermişler. Hepsini tebrik ediyorum ve başarılarının devam etmesini diliyorum. Zira bizler de bu sayede biraz olsun dünyadan soyutlayabiliyoruz kendimizi.
İzlemeyen olmasın, lütfen gidin, koşup koşup gidin sinemaya! Hatta şimdi bırakın çayı, dersi, ütüyü, bilgisayarı, messengerı, koşun gidin ve izleyin. Zira unutmayın ancak izleyerek görüş sahibi olabiliriz...

Filmin son repliği:
Edward Cullen: Will you marry me, Bella?
Isabella Swan: Hı?

19 Kasım 2009 Perşembe

Zaman, Birilerinin Zamanı…


Bugün… Bir yerlerde, bir şeylerden dolayı, birilerinin canı sıkılıyor… Ve ben birilerine, bir şeylerden dolayı fena halde kızmışım bir zaman. Dönüp durmuşum kapı önünde. Gel zaman, git zaman diye kanmışım birisine.. Ve bir söz almışım uzayan dağların ardında: “ gitmeyeceğim hiçbir zaman “ diye… Zamanların birinde, ince telli hafızama birden bire düşüvermiş bu hatıra.. Demişim ki soylu kasabanın kadısına: ve daha da hiçbir vakit, alnıma düşme saçım senin rüzgârında düştüğü gibi… Ve bilmişim, tutulmamış bir söz, inanılmamış bir yalan ve aldatılmış bir gençlik vardı; birilerinden kalma… Bir gün anımsarım diye birilerinin sesini, tıkamışım kulağımı… Kader dediğin, benim birilerine karşı bir ömür boyu, bir yerlerde sürecek olan yalnızlığım…
Ve bu gece bir ay doğuyor karanlığın üstüne… Bir güneş batıyor karanlığa. Kavuşuyor yıldızlar. Ses etmiyor dilim. Ve ben bir gece aya susamış bir kurt gibi uluyorum. Ses etmiyor karanlığın. İşte şimdi senin kader dediğin, benim düpedüz şanssızlığım…
Bir gece, bir yerlerde, birilerini, bir şeylerden dolayı, bilmem kaç kez özlüyorum içimde, en derinde…

Değişenler

Yazdan beri ne çok şey değişti ömrümüzde,
ne çok şey azizim!
Ağaç altında kurulan sohbet masalarından,
İftara konuk bekleyen masalara,
Toplantı masasından, oyun masasına…
Bahardan bu yana,
ne çok şey değişti azizim!
Hep, en büyük değişimin, değişimin kendisi olduğunu çınladı kulaklarım…
Nice yıllar devirdik ağaç altında.
Onca düşen oldu, takılıp çalılara…
Ve hep bir aşk beslendi,
kalkınca öpülecek yaralarda…
Ve evet…
Nice aşk geçti ömrümden,
nice sevda türküsü yakıldı.
Ne çok şehri tanıdım bağrında.
Ve yine dönüşüm, bu topraklara oldu…
Ne çok şey değişti azizim,
çocukluğumdan bu yana!
Gelenler gideni aratmaya başladı, bir vakit sonra.
Ömrümde en çok aradığım sözleri,
Değişiverdim bir tutam yalana…
Nice yapraklar düşüp ağaç altına,
sohbete tutuştular…
Nice çakıl dövüldü ayaklar altında.
Ve onca kardan adam karıştı kalbime…
Solmuş bedenimden, onca karınca geçti, kedilere yem…
Ve ne çok şey değişti azizim,
mevsim değiştiğinden bu yana!

18 Kasım 2009 Çarşamba

Kırk Yılda Bir


Kirpiklerim nemlendi, henüz yağan kuru yağmurdan. Enkaz altında bulundu cesedim. Belki bir deri, bir de kemiktim. Sense kırk yılda bir gibiydin. Hani kalırdı kahvenin tadı kırk yıl hatırda. Ya da küsmesin diye fincan, bırakılırdı ya dudak payı… Sense böyle bir geçmişten iz gibiydin. Derin bir iz gibi geçendin geçmişimden.
Protokolden izledim dün hayatımı. Hem de ilk kez… Ölüm anımı anlatıyor beceriksiz sunucu. Ve tabii ölüm aletlerimi… Ölümün getirilerinden bahsediyor konuk sunucu. Ve yandaşları. Oysa ben her şeyi göze alarak sildim yaşamı karelerden. Ve yeniden dizdim kareleri, kuş tüyünden ipliğe…
Görünmez bir acının bedende dolanma süresini hesaplamak, bu kez payıma düşen. Oysa sen gece yarısı güneşi gibi yakıyorsun parmak uçlarımı. Bense hala gitmekten bahsediyorum! Nasıl gidebilirim ki? Ezilmiş ruhumu karıncalara teslim edip, nasıl baş kaldırabilirim hayata? Üstelik bugün suda boğuldu nefeslerimiz. Kalp atışlarımdaki ritmiksel bozukluğu düzene koyup, kaldığım yerden devam ettim kıvranışa. Acı diyordum en son. Bedende acı. Hem de en derinden.
Protokolden izledim dün hayatımı. Hem de ilk kez… Konuk bir ruh gibi kurulduğum köşemden kalkıp, suda boğdum nefeslerimizi. Hem de gözyaşımı akıtıp, kirpiklerimi nemlendirerek. Ve ölü bir sonbahara teslim ettim yazımı. Gereksiz bir kuşkuydu belki de. Sebepsiz, yersiz ve faydasız bir kuşku… Ama kesinlikle seni andıran bir neşeyle doluydu bavulum. Üzerinde vatanımdan emanet pul, içinde kalemimden sana mektup. Ve derde derman, aşka âşık hikâyeler…
Aldandım bugün. Sararmış bir gazete kâğıdına, eskimiş bir koltuğa, unutulmuş bir kitaba ve nemlenmiş kirpiklerime. Henüz gece yarısı güneşi dolmamışken içime, sonbaharda seni hatırlıyorum. Gözümdeki bir tutam ıslaklığı siliyor ve kaçıyorum senden, mevsim mevsim.
Bugün sonbahar. Bugün yolun sonu. Bugün belki de yolun başı. Ama ben ne yazdayım, ne kışta. Gönlümün baharında, sarı yapraklardanım. Ve pür neşe telaş ile yetişmeye çalışıyorum kaçırdıklarıma.
Avluda parmak arası sohbetler ve içimde, güz sancısı. Daha söz vermem bahara, aleve… Güneşin ardında, karın ötesinde ve sarı yaprakların tam ortasında, bir güz sancısından kalmayım… Sense ömrümün kırk yılında bir, alnıma düşen bir tutam saç gibisin. Hani geç kalmış bir hediyenin öncüsü. Ve sararıp solmuş aşkların cellâdı.
Şimdi bundan bilmem kaç yıl sonra, kalp ağrılarında bir güz sancısıyım. Sense geçerken kapımı tıklatan bir komşunun kahvesi gibi, kırk yılda bir gibisin…

Ve Muhtemelen Güz Sancısıydı Bu…


Sabaha karşı saat dörttü. Uykusuzluğun beni çağırmasıyla başlamıştı her şey… Ve her şey uykusuzluğa teslim olmamla bitmişti.
İri cüsseli ağacın, yürekli yapraklarına bakan, küçük, tek nüfuslu odamda uyuyordum. Dedim ya, uykusuzluk çağırmıştı beni bir kere… Üzerimde iğreti duran çarşafı kaldırıp, yalpalayarak kalktım ayağa. Cam kapalı olduğu halde, ağacın uğultuları çınlatıyordu kulağımı. Hayalet adımlarla salona gidip, araladım kapıyı. Bizim marangozcu, Latif Ağabey’e yaptırmıştık bu kapıyı. Bize geldiği günden bu yana, gıcırdar hep.
Sabaha karşı saat dörttü. Ve ben ağaçlarla çevrili salonda, dizlerimi karnıma kadar çekmiş, oturuyordum. Gündönümüne kadar da oturacaktım muhtemelen.
Günlerden Çarşambaydı. Eylül’ün sonuna doğru bir Çarşamba; ben dizlerimi karnıma çekmiş, oturuyordum. Hayalet soluklarımla dinleniyordum ara sıra. Marangozcu Latif Ağabey’e yaptırdığımız kapının gıcırdarken olduğu gibi, bir o yana, bir bu yanaydım. Muhtemelen, korkudan çatlamıştı dudaklarım. Ve muhtemelen, odamın sessiz hayaletiydin sen.
Saat sabaha karşı dörttü. Ben dikkatimi halının desenlerine vermiş sallanırken, gıcırdıyordum. Ve muhtemelen beni sarsacak bir şeyler olacaktı, saat sabaha karşı dört buçukta. Dağ boylu merdiven yamaçlarının kesişme noktasında, eşarbı elinde, elleri eteğinde, dizine basınç yapan bir kadın keşfettim. Ve yamaçların kesişme noktasında, bir çığlık koyverdi kadın… Dikkatim tamamen dağılmış ve gıcırdamayı unutmuştum. Ve çığlıklar durmaksızın devam etti, apartmanın bahçeye açılan kapısında… Benim iri cüsseli ağacımdan hayalet bir yaprak düştü. Sonra bir tane daha. Bir tane daha. Ve bir tane daha… Sonra birden kaşlarını çattı bulutlar. Ve şimşekler kavgaya tutuştu. Eşarplı kadının gözyaşları, bulutlara karıştı. Ve çığlıklar, iri cüsseli ağacımı yerinden oynattı. Ve ben muhtemelen, yatağımdaydım. Yumruk olmuş elim ağzımda, gıcırdıyordum korkudan.
Ona küçük, tek nüfuslu odamdan bakıyorum. O beni muhtemelen karada sanıyor hala… Gıcırdıyor topraklarım.
Sabaha karşı saat dört buçuktu. Uykusuzluğun beni çağırmasıyla başlamıştı her şey… Ve muhtemelen her şey uykusuzluğa teslim olmamla bitmişti.
Ve muhtemelen, bir güz sancısıydı bu; gıcırdayıp duran hayalet… Sadece hayal et ve alış demişti güz. Ve muhtemelen bir rüyaya dalmıştım, güz sancısının tam ortasında. Ve bir rüyadan uyanacaktım, baharın bağrında; bundan aylar sonra…

4 Kasım 2009 Çarşamba

Güz Sohbetleri


Parmak arası sohbetler ve el yazması değerler.
Kiminin endişesi, kiminin heyecanına denk geliyor.
Ah o neşeli, apartman altı sohbetleri.
Bir söyler, bin güler kıvamında hoşlukta, akşamdan kalma sabahlar.
Gecelerce fıkır fıkır yanan ateş…
Beş çayları avluda.
Ve iskeleye henüz yanaşan bir gemiyle parlayan umutlar.
Nasıl yakın olunur ki bir insana en fazla?
Ve ne sıfatla durabilirsin ki karşısında?
Aldığım öğütleri kullanıyorum her defasında…
Ne yazdayım, ne kışta…
Gönlümün baharında, sarı yapraklardanım.
Ve pür neşe telaş ile yetişmeye çalışıyorum kaçırdıklarıma.
Avluda parmak arası sohbetler ve içimde, güz sancısı.
Daha söz vermem bahara, aleve…
Güneşin ardında, karın ötesinde ve sarı yaprakların tam ortasında,
Bir güz sancısından kalmayım…

ARZU BIÇAKÇI