24 Şubat 2009 Salı

...

Artık sihirli değneklerde kalmadı,
Mucizelerde tükendi...
Ne olursa olsun,
Bi’gün herkese, ağlayacağı bir omuz lazımdır...
Rüyalar tersine çıkar oldu bu aralar...
Susmaz dediğim diller sustu,
Yapmaz dediğim eller yaptı...
Gitmez dediğim her ayak,
Her kalp,
Benden gitti...

11 Şubat 2009 Çarşamba

...İPUCU...


Küçük, elde-avuçta kaybolabilecek,
Kalpten ve akıldan asla silinemeyecek notlarla zenginleşirmiş hayat...
Yazılan ufak bir mısra bile,
Okyanusu delecek kadar güçlü olurmuş, kimi zaman.
En değerli şairler, cümlelerini boşa harcamayıp,
Aklına her geleni not edenmiş...
...
Piraye değil miydi, Nazım’ın ona armağan ettiği ufak satırları,
Onu düşleyerek okuyan!?...

10 Şubat 2009 Salı

Dαnsımız bitti! Sonsuzα dek susturuyorum orkestrαyı!.. (E.D.)

Orkestra...


Gücümüze eş değerde değil engeller...
Savunmasız çığlıklar eşliğinde,
Upuzun kulelerde, çanlar çalıyor...
Çığlıklara alışan kulaklar,
Gidip de dönmemeyi akıl ediyor...
Herkes sorup duruyor birbirine,
“Giden geri döner mi?” diye...
Yığınla soru birikiyor atmosferde...
Cevap vermeye korkan diller kilitleniyor.
Susuyor tüm çığlılar, duruyor çanlar...
Tek bi’ hareket ile susturuyorum orkestrayı...
Aslında, kimsenin bilmemesi gereken bir sır veriyorum,
Ebediyete;
“Giden, asla geri dönmez...
Biten dans, asla yeniden başlamaz...
Orkestra ebediyen sussun!...” diyorum...
Çünkü ben bunu, çok iyi biliyorum...

8 Şubat 2009 Pazar

Değişimler, Uzun Sürmese Keşke..

Zaman geçiyor. Dakikaların farkına varamayacağım kadar hızlı, kayıtsız akıp gidiyor. Hükmetmeye çalışsak ta, haykırsak ta, yalnızca içimizde kalıyor haykırışlarımız...
Zaman değişiyor, devir değişiyor. Çağ atlıyoruz ya da gün be gün geriye gidiyoruz...
Değişen zamanda yaşam alanımız değişiyor. Çevremiz değişiyor. Tanıdıklarımızın sayısı çoğalıyor... Kimisi, hafızamızdan ve beynimizden silinip gidiyor... Gün geçtikçe hedeflerimiz büyüyor. İsteklerimiz ve hayallerimiz çoğalıyor. Kimisine gün geçtikçe yaklaşırken, kimisinden an ve an uzaklaşıyoruz... Arzularımız genişliyor, dünyamız değişiyor. Her gün yeni sayfalar ekliyoruz anılarımıza... Harfiyen uymadığımız kuralları, yıkıyoruz kimi zaman...
Aniden önümüze çıkan taşlara engel olamıyor, düşüyoruz bazen... Uzanıp elimizden tutacak, ufak bir destek bekliyoruz... Beklenenlerde gelmiyor kimi zaman... O zaman gerçekler giriyor devreye... Ayıklamaya başlıyoruz; kalması ve gitmesi gerekenleri... Karşımıza çıkan tablo, yıkıcı olabiliyor kimi zaman... Hislerimizi bir kenara itip, yüzleşmeyi seçiyoruz... Elde-avuçta kalanlara itina gösteriliyor. Sessizlik tıkandığında, gözyaşlarına başvuruluyor...
Değişen dünyada, soyutlaşmaya başlayan hayallerimizin peşinden koşuyoruz. Hayallerimizin uğruna, benliğimizin kaldıramayacağı sınavlardan geçiyoruz. Bakış açısına göre, değişiyor yaşamın zorluğu. Bazen hasret bitiyor, umutlar yeşeriyor dünyamızda...
En nihayetinde, tüm bunlar gerçekleşirken dünyamızda, bizde değişiyoruz... Kimi zaman, can yakıcı oluyor bu değişimler. Tutsaklığımızdan kopup, ayrılıyoruz kimi zaman... Ayrılıklarda oluyor hayatımızda, yeni ilişkilerde... Suskunluğumuzda değişiyor, çığlıklar yükseliyor bazen... Hayatın bize verdiklerine alışamadan, kaybediyoruz en değerli varlıklarımızı... Git gide yaşam alanı daralıyor. Solukların kesiştiği noktada, eller kopuyor... Birbirinden kopan hayatları izlerken, sıradanlaşıyoruz...
En nihayetinde, bizde değişiyoruz... Dilde tükenmiş, akıllardan silinmiş hatıralar eşliğinde, yok olan insanlığa, bir yenisini ekliyoruz...
“Değişimler... Uzun sürmese keşke!”

5 Şubat 2009 Perşembe

...

Anlamsız yazılar yazmak istiyorum... Boş, gereksiz ve işe yaramayan... Herkesin üstünde düşünüp, farklı anlamlar yüklemeye çalıştığı, ama hiçbir anlam bulunamadığı yazılar. Zaten anlamsız olmalı kelimelerim... Yazarken ben bile, düşünmemeliyim...
Zaten bu aralar, ufak şeylere büyük umutlar yükler oldu etrafımdakiler... Gelmeyeceğini bile bile, bekler oldular... Gereksiz endişelere takılıp, telaşlandılar...
Bu aralar herkes, yalnız olduğunu hissetmeye başladı... Hislerimiz ne denli kuvvetli, bilmiyorduk... Artık yalnızca, ucu açık güçlere inanıyorduk. Yaşadığımız ve yaşayabileceğimiz tüm değerleri, kimsesizliğe bahşediyorduk...

3 Şubat 2009 Salı

Yadırgamadan yaşamayı öğrenemezsen, sana eşlik edecek bir gölgen bile olmayacak! Ufak, seni yansıtan gölgeler bırakmalısın ardında.. Geri dönüp baktığında hatırlanacak, saydam gölgeler..
“ İstenmediğim yerde durmam! “ Deriz ya hep... Dünyanın bizi istediği ne malum?

Haftalar Sonra; İstanbul... (İstanbul Kadar'dan)


Ruhumun kirini, acımı ve haftaların hasretini ona geçirmek istercesine sıkıyordum elini... Aynı hiddetle gözlerinin içine bakıp, canını acıtmaya çalışıyordum. Kendi acımı belli etmemeye çalışarak, burnumdan soluyorum hasreti... Günler sonra, niye tekrar geldiğini merak etmiyormuş gibi, bir kez daha çekiyordum ellerimi ellerinden. Çekildiğim köşemde, denize dönüyordum yüzümü... Bıraktığımız gibiydi martılar... Nefesini ta derinimde, kalbimde hissediyordum. Yüzü mü yoktu konuşmaya, yoksa benden mi bekliyordu? Bilmiyordum... Dayanamadım sessizliğine... Ani bir hareketle boynuna atladım ve günlerin özlemiyle, sımsıkı sarıldım ona... Kokusu, derinimden geliyordu... Evet... Kızdığım gidişini, adeta bir törenle karşılıyordum... Reddetmeyi bile göze alamayacağım bir aşk vardı... Kabul et Piraye! Onun seni bırakıp gitmesi ölüm gibi gelmişken, şimdi hiçbir şey olmamış gibi sarılıyordun ona... Saçmalıktı yaptığın... Aşkın saçmalık olduğunu söyleyenlere, katılmıyor muydun şimdi?
...
Tek bir çığlıkta kopan ellerimiz, haftalar sonra, yeniden bağlanıyordu... İstanbul’un tanıklığında, alışılmışın dışında bir aşk öyküsü, seyrini sürdürüyordu... Dudaklardan hiç silinmeyecek aşk türküleri, kulakları çınlatıyordu... Nazım ise yine bilindik mısrasını diline dolamış, yakıyordu gözlerimi... “ Piraye’m!” diyordu... “ İstanbul kadar çok seviyorum seni...”
... (“İstanbul Kadar” adlı romanımdan bir bölüm... Romanım, en kısa zamanda sizlerle buluşacak...)

“ Kırmızı güller atılıyordu başından,
Aşağı...
Herkesin yüzü gülüyordu...
Büyük bir iş başarmış gibi,
Herkesin surat ifadesinde,
Kıvanç vardı...
Oysa kimse bilmiyordu onu nelerin beklediğini...
Kendisinin ise tek bildiği şey;
Aydınlıktan sıyrılıp, karanlığa ait oluşuydu...”
“... Kelimelerim tutulmuş...
Dilime dolanan bir şarkıda,
Fırtınayı tüttürüyorum...
Fırtına benden habersiz,
Ben yağmurlardan...
Toprak tohumuna kavuştuğunda,
Silinip giderse kara bulutlar;
Silinip giderim yağmurlarla...”
“ Rüzgârında ağladığına tanık olmuş,
Yapraklar tanıyorum...
Yaprakların ağladığına tanık olmuş,
Ağaçlar biliyorum...
Toprağın yaşlarını silmiş,
Kayalıklar tanıyorum...
Yaşları ta derininde kalmış,
Bir “ben” biliyorum...
Usulca gitmeyi, ebediyen susmayı seçmiş...”