30 Nisan 2009 Perşembe

...
Acıtıyor güzelliğin. Farkında mısın?
Tenin esmer, Ruhun sarışın !
Çağırıyorsun günaha,
Sen şeytan mısın?
Tenin sıcak, tenin kıvrak,
Ruhun Sarışın !
(Teo..)

29 Nisan 2009 Çarşamba

28.04.2009/ Şampiyonlar Ligi Yarı Final İlk Maçı “ Barcelona-Chelsea”


Günlerdir soluğumu tutmuş, bu maçı bekliyordum. Tabii ki de böyle bir maç için Barcelona üzerine oynamış, beraberliği ise aklıma bile getirmemiştim. Yorum yapmayı, maçtan birkaç gün önceden bırakmıştım. Zira iki güçlü takımın karşılaşacağı yer, İspanya idi. Bunu da göz önüne alınca yorum yapmak biraz güç gelmişti.
Her neyse... Saatler 21.45’i gösterdiğinde, Nou Camp Stadında, Alman hakem Wolfgong Stark karşılaşmayı başlatan ilk düdüğü çalmıştı. Bu gece gözlerim Chelsea’nin usta kalecisindeydi. Kalbim, elbette ki Barcelona için atıyordu. Bu maçta en çok Henry, Eto’o, Pique ve Messi’den atak bekliyordum. Pique üstünde beklentim, sadece savunma açısından değildi. Harika bir defans oyuncusu olan Pique, serbest vuruşlarda kendini çok iyi gösterebiliyordu.
Kabul etmeliyim ki maça iki takımdan en iyi başlayan Chelsea olmuştu. İlk yarıdan Barcelona adına umduğumu alamayınca, gözümü ikinci yarıya dikmiştim. Hakemin ikinci yarıyı başlatan düdüğünü çalmasıyla, Barcelona’da uğursuzluk yüz göstermeye başlamıştı. İkinci yarının 48. Dakikasında boynuna aldığı darbe ile sakatlanan Henry hepimizi korkutmuştu. Ancak Henry’nin sahaya dönmesiyle, Barcelonalı diğer bir futbolcunun sakatlanması bir olmuştu. Zorunlu değişiklikle maça giren Puyol, sarı kart görerek rövanş maçında cezalı duruma düştü. Bunun ardından da, kısa süreli aralıklarla sakatlanan Barcelonalı futbolculardan ümidimi kesmeye başlamıştım.
Beni hayal kırıklığına uğratan bir başka futbolcu ise Pique idi. Oyunun yalnızca 70. Dakikasında adını duyduğum Pique; bu maçta da kendini gizlemişti. İkinci yarının neredeyse tamamı Barcelona sakatlıkları ve iki takım arasındaki karşılıklı köşe vuruşları ile geçmişti. Fenerbahçe’nin bile yendiği Chelsea’yi Barcelona, kendi evinde yenmeyi başaramamıştı. Hatırlıyorum da Fenerbahçe-Chelsea maçından sonra biz Fenerlilerin dilinde yeni bir slogan oluşmuştu:
“Chelsea bile Kadıköy’den geçemedi!”
Maçın en harika isimleri, şüphesiz, müthiş kurtarışlar yapan kalecilerdi. Yine de bu maçta Chelsea Barcelona’nın sahasında gol yemeyen ilk takım unvanını almış ve rövanş maçı için kendini garantilemişti. İspanya’daki bu maçı, boyun eğmeden Chelsea bitirmiş ve alkışı hak etmişti. Bakalım durum, İngiltere’de nasıl olacak?
Barcelona yalnızca maçın uzatma dakikalarında kendini göstermiş, sıkı vuruşlar yapmış ancak hepsi, o muhteşem kalecinin ellerinde kalmıştı. Chelsea bu maçtan sonra rövanş için avantajlı bir skorlar evine döndü. Karşılaşmanın rövanş maçı 6 Mayıs’ta İngiltere’de oynanacak.
Maçın skoru: Barcelona:0-0 Chelsea

28 Nisan 2009 Salı

Anlatmak istediğim her şeyi, ne de güzel özetlemiş, İlhan Şeşen.. Hemde bir şarkıda.
"son zamanlar yaptıklarıma bakma n'olursun
benim aklım başımda değil
sana söylediklerimi kafana takma n'olursun
onlar ipe sapa gelir şeyler değil"
Böyle işte. Şarkı böyle. Şimdi aldım gitarımı elime. Çalıyorum ve söylüyorum.
Çalıyorum.
Söylüyorum.
Anlaşılan bütün gece bunu dinleyeceğim. Haydi, eşlik et bana.
Sende dinle.
Dinle sende.

YAZIYA VEDA

Bu kadar çabuk biteceği hiç aklıma gelmemişti. Sanırım kendimi sana fazlaca kaptırmıştım. Öyle sisliydin ki, bende bir tutku halini almıştın. Ama yalnızca satırlardan ibarettin benim için... Her cümlem seninle başlıyor; her kelimem seni andırıyordu. Cümlelerim genelde devrik oluyor; yüklemi sağa-sola, seni ise öznenin ta ortasına koyuyordum. Her gün masa lambamı senin için açıyor, senin için harcıyordum kâğıtları... Ama daha fazlası kopup gelmiyordu kalemimden. Hepsi bu kadardı işte! Yalnızca yazıyordum. Ve sen benim için, asla yazmanın ötesine geçmedin. Geçemeyeceksin...
Ve evet... İşte o bitmez, tükenmez dediğimiz sona gelmiştik. Öyle yakındım ki ona... Bir adım atsam, elim, teninde olacaktı. İleri atılan tek bir adımda sana, geriye attığım her adımda ise sonrasızlığa gidiyordum. Şu boyun eğilesi gerçek olmasaydı belki; yazmaya devam edecektim.
Sanma ki yazmıyorum diye, sustu kalemim! Yazmadığım her an, daha çok birikiyorsun. Bir gün, bunları unuttum sandıktan sonra aklıma düşsen, seni anımsatan her şeyi dökmeye çalışsam satırlara, uçarı bir benzersizlikle karşı karşıya kalacaktım belki de...
Nasıl oldu da, bana sormadan yaptın; hala şaşıyorum sana. Bu kez kaybeden sen misin yoksa ben mi, bilemiyorum. Yazma sanrım seninle başlamamıştı ama en derin boyutlarından seninle arınmıştı... Şimdi zamanın kollarında olduğu gibi, yalnızca yüzeysel hareketlerini sürdürüyorsun. Senden farksız olmayan satırlarımda, seni bir kez daha yazmayı denemek isterdim!
Neden sen, biliyor musun? Çünkü kendimi yazmaya, asla cesaretim olmadı. Kıvanç duyulacak bir yanım yoktu. Tutkularımın, en kör olanı, sendin çünkü...
Seni yazmak, yazabilmek! Senden daha çok şey anımsatıyordu bana... Üzgünüm... Böyle sonlanmasını istemezdim...
Bir daha, göz göze gelmemek dileğiyle!
(T.Arzu Bıçakçı- “Yazı Yazmayı Unutanlara” isimli mektubundan alıntıdır.)

Az Biraz Felsefe..

Felsefeye, “haydi gel abi, iki felsefe yapalım!” diyerekten başlanmaz... Felsefe, öyle derin ve öyle içten ki... Gerekli değeri vermediğin sürece, beklediğini alamazsın. Gerçi insan, en fazla ne bekler ki felsefen? İçini aydınlatmasını ya da sorularına cevap vermesini falan mı? Sanmıyorum. En azından ben, felsefeden böyle basit şeyler istemiyorum. Ya da isteyemiyorum. Haksızlık değil mi bu? Yeryüzünde var olan tüm bilim dallarına ve bilimsel ritimdeki sanatlara katkısı olan ve hatta bazılarının temelini oluşturan, koskoca Felsefeden beklenecek şey midir bu? Ben felsefeden, biraz daha fazla kafamı karıştırmasını istiyorum. Zira ben en çok kafam karıştığında düşünüyorum.
“Saçmalamak!” Ne büyülü bir kelimedir o! Saçmalamak. Sayfalar dolusu, alabildiğine saçmalamak! Bıktırmak! Sıktırmak! İşte budur. Felsefeden zevk almak, budur.
Tabiri caiz ise, yaşamdır felsefe. Vazgeçiş ya da yeniden bağlanıştır. Olmak ya da olmamaktır. Shakspeare’in de dediği gibi, işte gerçekten tüm mesele budur!

22 Nisan 2009 Çarşamba

Elveda Colm

Hiç nefes aldım mı? Hayır. Meğer ben şimdiye kadar, hiç nefes almamışım... Tanrı aşkına! Nasıl başardım yaşamayı? Kokunla... Evet, evet... Yanlış duymadın! Senin kokunla... Burnum. O hala sağlam. Ve hala yerinde. Hatırlıyor musun? En son seni duymamak adına kulağımı değil de, burnumu çıkartmıştım yerinden. Nasıl başardım bilmiyorum.
Şimdi başlıyoruz...
—Derin bir soluk çek. Ver. İçine çek. Ver.
Uzun süredir soluk alıp veriyorum da sağ olsun Doktor Hanımın benimle ilgilendiği yok. Yine çıkarttım burnumu. Öf! Anlaşılan kulak-burun-boğazda işim yok benim... Derhal çıkmalıyım...
Nefes. Nefes. Nefes. Tanrım! Ciğerlerim kendine geldi nihayet. Ne girdap sokaklar aşmıştım. Hem de burnum olmadan! Ya, bu benim suçum mu? Yani, konuşamamak. Dilim yok ki benim. Zaten burnumda gerçek değil. Kulaklarım ise, duyma eylemini çoktan unutmuş. Gördüğün gibiyim. Yalnız ellerim, gözlerim ve kalemlerim var. Var! Var! Ya sende onlar var mı? Sahi, sen yazmayı biliyor musun? Evet. Tam da düşündüğüm gibi. Sen okumayı da bilmiyorsundur şimdi. İşimiz var desene!
İşte hayat! Yokuşun sonunda nefes nefese kalmış bedenler gibi, özgürce hayat! Yaşamak! Yaşamalıyım da mesela şeytanları uzak tutmalıyım kendimden. Ya da kendimi uzak tutmalıyım benden. Ben şeytan mıyım? Ben değilim. Ama...
Üşüyorum. Gidelim buradan Colm. Lütfeen! Çok... Soğuk... Colm! Burası çok soğuk... Gidelim! Lütfen...
—Tanrım! Gözlerin!
—Ne olmuş gözlerime?
—Düşüyorlar...
—Colm...
-...

18 Nisan 2009 Cumartesi

Seni Yazmak! Yazabilmek!


Zaman, tüm şatafatlı boyutlarından arınmıştı.. Duyumsamaya hasret geceleri bir çırpıda geri getiren meleklerin, sihirli değnekleri... Beni gözünde canlandıran sen, seni hissetmek isteyen ben, deli gibi seni çınlayan kulaklarım ve sesimdeki ritmiksel bozukluk... Derli-toplu sessizliğimden olsa gerek, bir elmanın yarısı masanın üzerindeydi.. Ve içi oyulmaya başlamıştı.. Başta dediler "hasta.." . Sonra an; dönüverdi güneye.. Dediler "verem miymiş, neymiş hastalığı!" Kimse ne döndü geri zamana, ne değebildiler, saçımın tek teline..
Zaman, o şatafatlı boyutlarından arındığında, ben daha çok küçüktüm.. Ve ırmak ırmak, elmanın veremi anlatılıyordu. Küçüklüğüm, cahilliğimden değildi.. Çocukluğum, küçüklüğümden değildi.. Ha anladı, ha anlayacak derken, büyüyüverdi çocuk. "Haa!" dediler.. "Bakın, dikkat edin bu yavruya! Gün gelir, devran döner!" dediler. Anlayan anladı.. Anlamayansa niyetsiz ve şuursuzca, omuz silkti..
Geçmiş ve geleceği bi yerde toplamak.. İyi fikirdi aslında.. En azından o zamanlar, öyle geliyordu.. Dağ-taş demeden, eskileri arıyordum. Ne olduğunun ya da bana neyi anımsattığının hiçbir önemi yoktu.. Arayışlarıma hız kesmeden devam ederken, hortumlara yakalandı bakışlarım.. “Evvela dur!” dediler. Söz büyüğünmüş meğerse. “İyi öyleyse” dedim. Sözümün olmadığı yerde, cismimin olmasının, gereğini fark edemedim. Gerekliymiş meğer. Konuşmasan da, duymasalar da, bilseler dahi.. Olmalıymışsın! Adın geçtikçe ve sen bunu hissettikçe kurutursun, nemli dudaklarını.. O zaman dudaklarını fark edebilene rastlamak güç..
Yanımda olması gereken tek şey, kırmızı kaplı defterimdi. Aslında defterim kırmızı değildi. Ama ben, ona bu ismi koymuştum. Daha ciddi olsun diye. Faydası oldu da aslında.. Bugüne değin, hep göz yaşartıcı bomba kullandım yapraklarında..
Yarasalardan yapılmış çiçek misaliydi.. Neydi o?
...
Zaman, tüm şatafatlı tanımlarından sıyrılıp, seni bir tokat gibi yüzüme vurduğunda, ben kendimde değildim! Kendimde olsam bir şeyler değişir miydi, zaman acıtır, akmadan, soluk keser miydi? Bilemiyorum. İyi ki de yoktum diyorum. Bir başka sefere görüşmek dileği olmadan. Onu anmadan. Bilmeden. Sevmeden. İyi ki de yoktum. Olsaydım... Olabilseydim...
Sesimin dizilimi yerine gelmişken, biraz olsun susmayı denemeliyim.. Ayrıca bir son vermeliyim bu kalem kağıda.. Yine uğraştım.. Ama olmadı. Seni dökebilseydim satırlara, ne ala! Ya da can havliyle elmanın sapından tutup, yetişebilseydim manava.. Deseydi “tam zamanında yetiştin!” deseydim” fazla söze ne hacet!..”
Dökebilseydim seni satırlara.. Kurutabilseydim ıslak kalbimi.. Ve tüm nemini içine çekseydi evren. Tek bi soluğum sana ulaşsaydı, ne ala!

15 Nisan 2009 Çarşamba

Eroin!

Bir eroini şırıngaya doldurup, damarlarında şuursuzca dolaştırmak, suç mudur? Yahut şırınganın damarlarına boşalması, oracıkta bitip-tükenmesi... Sonra kayıtsızca beyninin sarsılması... Yatağın bi ucunda oluşun, ama diğer uçtan pürüzsüzce kalp atışlarının duyulması... Ardından haplara boğman kendini... Ve aslında, şırınganın halen daha damarında asılı olması... Sonra bir tabak dolusu, renk renk haplardan, seçebilmek en can yakıcısını... Şırınganın damarını zorlaması... Kızaran soluğunun, sendeki ilk heyecanı yok etmesi...
İlk tattığından bu yana, kalmaması içindeki isteğin... Eroin tamamen eridiğinde, damarlarındaki sızının son bulması... Yeni çığlıklara, ara vermeden geçiş yapılması... Ve anne kucağı gibi saklandığın eroinin tatlı kolları... İlk başlardaki tatlılığını yitirmişken, dönüp sana yüz göstermemesi... Biliyor musun, seni ne olarak gördüğünü? Sen şimdi, olgunlaşmış, onun tuzağına düşmüş, leziz bir avsın... Az bi zaman sonra şırınga damarını patlatacak, ve altın vuruş gerçekleşecek... Eğer son nefesinde eroinin tadacağını bilseydin, eminim ecelini beklerdin... Oysa ecel beklemek, bu kadar zor iken!

Ve evet tatlı kurban... Bir gün sana sonunu onun vereceğini düşünmemişken, düşlediğin her şeyi geride bırakma pahasına, yine onun kollarına sığındın... Bir 'Eylül' daha gelemezdi 'Dünya'ya !!!