30 Mayıs 2009 Cumartesi

Parçalar, birleştirmek için midir?

Git: Yaşamak için ölmeyi mi beklemeliyim? Yaşam perde perde akıyor gözlerimden. Ellerimi kenetledim kenetlemesine de, bu kez hiçbir ize rastlamadım, sana dair. Olduğun yerde kal diyordu içimden bir ses. Bırak diyordu. Bırak işte, hem de her şeyi, olduğu gibi bırak ve git. Bırakmak yeğdi de, gitmek alışılmış bi şey değildi bizim yörüngemizde.
*
Özdemir Asaf: Biten şarkıların yeniden başlamasına takıldım bu aralar. Yeni baştan seni dinlemektense, hiç bitirmeden yaşamayı isterdim seni... Özdemir Asaf misali.

Seni bulmaktan önce aramak isterim.
Seni sevmekten önce anlamak isterim.
Seni bir yaşam boyu bitirmek değil de,
Sana hep yeniden başlamak isterim.

*
Kibritçi Kız: Gülmek için sebep aradım durdum dar sütunlarda. Geçitler boyumu aştığında sıkışmanın, koşamamanın ne olduğunu daha iyi anladım. Masalımı ters düz ettim, kibritçi kızdan izler aradım ruhumda. Soluk soluğa kalmış bedenlerin, umutsuzluğu akıyordu suretimden. Akmasına izin verdim. Susmasına izin verdim kalbimin. Sustu kibritçi kız. Kibritler dağıldı, alevler yayıldı. Sus dememi beklemedi, sustu ruhumun kibritçi kızı.
*
Çivi yazısı: Bırakmak ve bırakılmak. Mideme yumruk yemiş gibi hissediyordum kendimi. Unuttuğum bir kurtulma yöntemim vardı, gömdüğüm bahçenin arkasına. Çivi yazısına doğru yürüyordum. Yürüdüğüm doğru yol muydu ya da doğru yolda olur muydu emin değildim. Alın yazımı kalbime nakletmiş, kaderimi ruhuma bırakmıştım. Çivi yazısına doğru yürüyordum. Bırakmak ya da bırakılmak üzerine bir çivi çakacak ve kurtulacaktım ondan. Acımı çekecek ve unutacaktım.
*
Kurtuluş: acıdan kurtulmam gerekiyordu. Bedenimi yıkamam ve ruhumu geri almam gerekiyordu, hem de hemen! Acı nüksetti ruhumda. Ruhum kalbine mesken, kalbin kaderime. Kaderimize. ..
*
Puzzle: Parçaydık.. Bileşmesi gereken ayrı parçalar. Birbirinden ayrı, hatasız, kusursuz parçalar. Uzak, soğuk, yakıcı. Parçalanmıştık. Parçalar, birleştirmek için mi vardır? Yap-boz muydu hayatımız? Sen boz.. Ben düzeltirim. Sen boz... Ben birleştiririm. Boz-yap olmalıydı hayatımız. Boz- yap... Hep aynı ritim. Yoksa parçalar, birleştirilmeleri için mi vardı?

29 Mayıs 2009 Cuma

Sen Gittiğinden Beri...

Bir sabah uyandığım da, yıllardır uyandığımın senin sabahın olmadığını anlayacağım.
Aslında yıllardır başucumda duran çevrede sen değil, senin hayalin varmış. Süslemişsin duvarları pespembe. Bir ruhum ellerimde, bir kalbim. Zamanın akmadığı bir yer olsa şöyle, en yakınından gidebileceğim. Orada yalnız sen olsan ve senin hayalin...
Günlerdir saat dördü gösteriyor, takvim gittiğin günü. Kilit çevirdiğin hizada, ayna kırdığın yerde, bardağın camın kenarında...
Bu eve ilk geldiğinde gülmüştün. Geçip pencerenin önüne, ayaklarımıza uzanan manzaraya bakmış: “Bu evde şair olunur...” demiştin heyecanla. Ben bi türlü beceremedim şair olmayı. Yazıp çizdiklerim katıksız kurallar. İçinde sen olmadan, nefes alamıyor hiçbir cümlem.
Dün seni susturabilmek için sildim her şeyi defterimden. Ortadan ayrıldı ikiye. Olduğu yerde bıraktım, saati geri aldım.
Zaman geri akmıyor bizim mahallede de, saat kolayca geri gidebiliyor.
Sen gittiğinden beri, yıllardır boşa uyanmışım diye düşünüyorum. Yıllardır boşuna nefes almış, boşuna kefelere koymuşum hasretimizi. Özleyerek hatırlamak acıtıyor canımı. Sen özlemimden daha fazlasını hak ediyorken, yalnız sana tutunmakla yetiniyorum.
Sen gittiğinden beri, yıllardır seni göremediğimin farkına vardım. Yıllardır öpüp kokladığım, tenine hasret, ruhuna mesken kalbimin, senin için atıp, senin sebebiyetinle depremlere meil verip yıkıldığını anladım. Sen gittiğinden beri dünya küstü bana. Mevsimler ağardı, saçlarım ağarmadı. Bırak, toplama derdin dağınıklımı. Düzensizlik düzeniydi bizimkisi.
Şimdi sen gittiğinden beri, aslında gidenin sen değil de ruhun olduğunu daha iyi anladım. Sen gideli, daha üç gün olmuş olsa bile...

25 Mayıs 2009 Pazartesi

5 Haziran!
Herkesin, her şeyin değişeceği tarih...
Korkmamalıyım... En azından o gün, bi'şeylerden korkmamayı akıl etmeliyim.
Sarıyer... Artık senden gelenler hoş değil bana... Geri de çeviremiyorum...
Saklasam geleceği...
Iı-ıh... Olmaz...
5 Haziran! Ameliyat günüm belli olacak...
UrLa Kemik Hastanesi veyahut Baltalimanı Kemik Hastanesi.
Kemik uyuşmaz... Biliyor muydunuz?
Doktorları sevmem. Anestezi de soğuk gelir zaten. Ha, bir de ameliyat elbisesi.
Kime yakışmış ki, bana yakışsın?
5 Haziran! Ölüm değil, yaşama tutunma günüm...
Donuyorum.
Soğuk.
Gerçekten.
5 Haziran, çok soğuk...

23 Mayıs 2009 Cumartesi

—Erek IV

İyice yaşlandık... Farkında mısın? Dedi hüzünlenerek.
Harbiden öyle. Dedim utanarak.
Utanma. Dedi gülerek.
Utanmam. Dedim utanarak.
Gidiyor musun? Dedi ağlayarak.
Unut beni. Dedim yaşlanarak.
Git. Dedi demek istediklerini yüzüme vurarak.
İyi. Dedim karanlıkta kaybolarak...

22 Mayıs 2009 Cuma

—Erek III

Orada mısın? Dedi merak ederek.
Buradayım. Dedim surat asarak.
Ne oldu? Dedi heyecanı kırılarak.
Gidecek misin? Dedim usanarak.
Susacak mısın? Dedi kısasa kısas ederek.
İyi. Dedim karanlıkta kaybolarak.

21 Mayıs 2009 Perşembe

—Erek II

Boynun niye bükük? Dedi üzülerek.
Üzülme! Dedim gülerek.
Sebep? Dedi şaşırarak.
Sebepsiz. Dedim umursamayarak.
İyi. Dedi yürüyerek.
Tarih tekrar ediyor. Dedim karanlıkta kaybolarak.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

—Erek I

Boyundan büyük işlere kalkışma! Dedi iğreti bir şekilde bakarak...
Boyum çok mu kısa? Dedim küçümser bir şekilde bakarak...
Havan batsın. Dedi gözlerini devirerek...
Burası Cunda. Dedim gözlerimi dikerek...
N ’yapalım? Dedi başını çevirerek...
Hiç. Dedim gülümseyerek...
İyi. Dedi yürüyerek...
İyi. Dedim gitmemesini isteyerek...
Bir kez baktı. Gitme dememi bekleyerek...
Hiçbir şey demeyerek, bakmadan sustum.
Sen bilirsin. Dedi omuz silkerek.
Ben bilirim. Dedim susarak.
Susarak bi yere varamayız. Dedi uzaklaşarak.
Susadım. Dedim karanlıkta kaybolarak.
***

Yas...

Dün, güneşe en yakın yere oturdum... Sağ olsun rüzgâr hiç yalnız bırakmadı beni. Önce tenim yandı, sonra canım... İçim acıdı, gözlerim kanadı...
Pazartesi günü duyduğumda ölüm haberini, hiç inanmamıştım.
- Olamaz ya! Türkan Saylan ö-le-mez! Demiştim.
Yo, hayır yanılmadım işte. Ölmemişti. Yalnızca bizi kandırıyordu.
Bugün ve dün, güneşe en yakın yere oturdum. Tenimin yanmasına aldırmadım. Tenim yanıyordu yanmasına da, en çok yüreğimi vuruyordu yangınları. İçim acıyordu. Bir kez daha görebilmek isterdim onu. Pişman oldum. O’nunla birlikte, neden gitmemiştim hastaneye? Çok pişmanım.
Bugün, en çok yüreğim yandı, yanıyor. Başımız sağ olsun... Hocamızı, Türkan Saylanımızı kaybettik. İçimiz acıyor. Bitiyorum, bitiyoruz. Canımız yanıyor.
Başımız sağ olsun. Yüreğimizde kor, gözlerimizde yaş, aklımızda sen ve yüzümüzde gururla karışık bir hüzün...
Başımız sağ olsun... Türkan Hocamızı kaybettik...
Sakın, “dostlar sağ olsun!” demeyin...
Başımız sağ olsun... Türkan Hocamızı kaybettik... Yastayım... Yastayız... Biz biteriz, dağılırız... Özlemin toparlar bizi... Yüreklerde küllenmesi zor bir kor bıraktın. Paylaşamadığımız her şey için üzgünüm... Toprak, sana yakışmadı!
Yastayım, yastayız...
Başımız sağ olsun!

19 Mayıs 2009 Salı

Rimellerin Yemini.


Bugün yeminliydi. Satır satır baştan dizecekti anılarını... Aralanması gereken sandıkları aralayacak ve karşısına çıkanlardan kaçmayacaktı. Ağlamayacak, kahkaha atmayacaktı. Bugün yeminliydi. Yaşlarını, yüreğine akıtacaktı. Vakti gelmişken, vakit geçirmemeliydi.
Ağlamak... Ağlarken en güzel kadınlar bile çirkinleşir. Fakat masum olur ağlayan insan, yüce gönülden bile. Ağlayanın karşısında, susar gönül, içine döner ve saklar gün batımını. Gün batımı daha çok yakar insanı. İnsan, gün batımında daha çok yanar...
Hani bol makyajlı, alanın en güzel kadınları vardır ya... Onların dahi, ağlayınca rimelleri akar ya gözlerinden... Oluk oluk gelir ya simsiyah boya kirpiklerden... Sonra suret döner ya, kirli bir palyaçonun, kirli ellerine... Ve eller saç tellerinde birleşip, kirpiklerde kopar ya... İşte öyle derinden ağlamıştı kadın... Bugün, burada, bu saatte ve sırf bu yüzden, kadın olmaktan NEFRET EDİYORDU! Yaş saklanabilirdi de, nefret saklanamıyordu bavulda... İlla bir yerlerden çıkıp, yüreğine mesken ediyor, zihnine tünüyordu insanın. Zira nefret de, akan kandan farksızdı...
Akışına bırakmak hayatı ve akışına kapılmak hayatın... Öncesi ve sonrası hayatın. Nihayet sonrası var bu kez... Ya olmasaydı diyemiyorum. Senden öncesi, hayattan öncesi, elbet vardı. Hayatım nerede bitti, kim, ne için bitirdi? Hayat, bitebilir miydi? Senden önce ve senden sonra... Hayatın senden önceki kısmında hep akışınaydı yaşamım. Sürdüğüm rimel, allık, giydiğim etek ve taktığım çanta... Uygun muydu birbirine, önemi var mıydı bunun? Yoktu. Zira senden önce hayat, akışınaydı. Fakat gün döndü güneye, sen çıkıverdin kuzeye. Gördüm seni. Gördüm... Ve senden sonra, seninle beraber, senin sayende ve sen varken hayatın akışına, senin akışına kapılmıştım. Yörüngem yoktu. Olsun istemiyordum. Olmuyordu. Hiç olmamıştı. Sen varken, nasılda dans ederdim topuklarımda... Sen yoksun... Ve dans etmek bi yana, ben artık yürümekten dahi korkuyorum...
Bugün sitem bayraklarını çektim arşa. Hayata sitem, sana sitemdi belki de... Ben ağlardım ağlamasına da, sen ağlayamazsın hayat! Ağlama hayat, ağlama... Ağlama, ağlarsan rimellerin akar, çirkinleşirsin... Hayata asla yakışmaz çirkin olmak... Ağlama hayat, rimellerin akar, çirkinleşirsin!
Hayatın kirpiklerinden sana bakmak... Ve o ince tellerin arasından seni görmek... Onca kalabalığın içinde dahi gözlerimiz birleşmişti... Gözlerimiz birleşmişti birleşmesine de, rimellerim yine akmıştı! Yine palyaçoya benzemiş, yine kirletmiştim ellerimi.
Bugün yeminliydi. Açmayacaktı bavulunu. Sandıklar çoktan tozlanmış, fotoğraflar sararmıştı. Bugün yeminliydi. Rimelini bol sürecek, doya doya ağlayacak, rimelleri akacak ve palyaçonun kirli ellerine benzeyecekti.
Bugün yeminliydi. Hayatı ağlatıp da, çirkinleşmeyecekti. Hayat ağlarsa, rimelleri akardı. Rimelleri akan kadın ne kadar güzel olabilirdi ki? Hayat kadın mıydı? Önemi yoktu. Kadın hayattaydı ya!
Bugün yeminliydi.
Hayatı ağlatmayacaktı...Oysa hayat, göz yaşıyla başlamıştı... Göz yaşıyla son bulmamalıydı...
Bugün yeminliydi.
Ağlamayacaktı. Ağlamamalıydı. Hayat, bir kez de olsa, onu kıskanmalıydı.
!

19 Mayıs UYKUsu !

Tanrı aşkına, sanki asırlardır uyumamış gibi hissediyorum kendimi. Asırlardır var olup olmadığımla ilgili somut bi delilim yok... Olsa da zaten kime kanıtlamak isterdim ki bunu? Hem ne diyecektim?
—Al, bak! Söylemiştim sana, sen inanmamıştın. Uyuma oğluum, asırlardır yaşıyorum been!
Mi diyecektim? Saçma!
19.05.09 Öhöm, öhöm! Yazın bu tarihi bir yerlere lütfen :D
Bugün gerçekten benim için önemli bir gündü.. Gerçi ilk olmadığı gibi, son da olmayacaktı ama ayrı bir özelliği vardı bugünün, bırakın da o bana kalsın :)
Bugünkü ödül törenimde yanımda olan annem, canım ve biricik süper dansçı kankam, en sevdiğim hocalarım ve değerli sınıf arkadaşlarıma çok teşekkür ederim..
Bugün tam 3 defa ‘ SAYIN’ oldum.. Dil ve Edebiyat Derneğinden iki adet daveti yolladılar, ufukta gözüken iki ödül törenim daha var..
Bugün 19 Mayıs! Yeni bir gençlik bayramı daha karıştı kanımıza... Karadeniz’den, Ege’den, Anadolu’dan, Akdeniz’den türlü türlü dans gösterileriyle kanımızı kaynattılar... Genç olmak güzel, genç olmak samimi, içten, şeker gibi iç açıcı...
Atam! Bizde genciz, senin gençleriniz, senin izindeniz, bizde FENERBAHÇELİYİZ! (Konu nerden nereye?)
19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramımız kutlu olsun! Kanımıza karışan, yeni yaşın kutlu olsun Atam!
O kadar yorgunum ki arkadaşlar... Bugün için bağışlayın beni, daha fazla direnemeyeceğim... Dün gece de uykusuzdum zaten... (:

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Yaz sıcağına iyi gelen, akılda kalıcı şarkılar

  • Bodyrockers - I Like The Way You Move
  • Blondie - One Way Or Another
  • Hande Yener - Arsız (Feat. Teoman) 2009
  • Bulent Ortacgil - Eylul Aksami
  • Metallica - All Nightmare Long

16 Mayıs 2009 Cumartesi

İstanbul Yazı... Sene Bilmem Kaç!

Geçen gün, dağınık olan kafamı biraz topladıktan sonra, İstanbul ile uğraşmayı akıl ettim.
Emirgan’dan Boğaziçi’ne bakan bir çay bahçesinde oturdum ve saatlerce İstanbul Boğazını seyrettim... Sonra sırtımı boğaza yaslayıp, Sarıyer’den İstanbul’un meydanına bakan bir parka oturdum ve saatlerce İstanbul’un insanlarını izledim. Öyle alaycı bir ifade vardı ki yüzlerinde... Hele kalabalığın içinden bir tanesinin, sureti öyle derindi ki, alacakaranlığa götürmüştü beni...
Kapalıçarşı’nın girişindeyim. Bir ayakkabı mağazası iflasın eşiğinde ve elinde kalan son mallarını olağanüstü indirimlerle satıyor... Kadın-erkek, akın akın gelmişler mağazaya... Mağaza sahibinin ne düşündüğünü tahmin edebiliyorum: “Ah!” diyor, “Keşke iflas olmadan da dolu olabilseydi” diyor... Olsun, deyip, avutuyorum içimden onu... Ne kadar avunduğunu bilemem...
Kapalıçarşı baştan sona dolu... Bir kuyumcunun içi de tıklım tıkış dolu... Bir kadın, dondurma satıcısıyla kavga ediyor... Kadının her yeri çilekli dondurma olmuş... Hiç de yakıştırmam çileği dondurmaya ya, neyse...
Eminönü’nden bir kadınla adam balık ekmek yiyorlar... Adam pek iştahlı gözüküyor... Kadının kulağına eğilip, “ne iyi ettik gelmekle” diyor. Kadın sanki bu söylemden, başka bir şey bekliyor.
Bir anne ve beş çocuğu... Gözlerim etrafta babalarını da arıyor ama rast gelmiyor... Feribota binmek için bekliyorlar... Çocuklardan birinin burnu akmış, anne ter içinde... “Böyle mi olmalıydı?” diyor içinden.
Avcılar’da bir anne balkondan sarkmış, çocuğuna bağırıyor... “Dikkat et! İlayda kime diyorum!” Çocuk ağlıyor... Belli ki babasını özlemiş... Önündeki koca taşa takılıp, düşüyor. Anne kolunu bile kıpırdatmadan, “iyi oldu! Oh, iyi oldu!” diyor, çocuk salya-sümük... Gerisini dinlemeye, tahammül edemiyorum...
Bir adam Ford’da, basıyor gaza... Arkada hamile bir kadın... Belli ki hastaneye yetişme çabasındalar... Dikkatlice çekiliyorum önlerinden...
Bir yanda dolunay, bir yanda Seferihisar... İstanbul’u bu kadar özlemişken, kopamıyorum Urla’dan da... Bu anlattıklarım, bunun birkaç yıl ötesindendi... Şimdi yazı iple çekiyor, Seferihisar’a kavuşmayı diliyorum... Tatil Volkan’sız geçer mi? Geçmez. Volkan 23 Haziran’da İsviçre’den dönüyor. Özledim keratayı...
Her neyse... Yeni bir tatil, yeni bir son... Bu yaz ki son, hala başlangıcın etkisinde... Dilerim hep öyle kalır...
Yaz gelsin ki, yazılacak sözümüz olsun!

Hece Düşmesi...


Düşük kaliteli asansör ışıkları...
Şık giyimli kadınlar, elleri içki kokan barmenler...
Olmuş ya da olması ihtimal polis baskınları...
Kumarda kazanıp, aşkta kaybetmeye inanan sosyete kuruntuları...
Arabasını park etmeye üşenen, zengin p*çleri...
Alfabenin, 29 harfi...
Ve düşmesi ihtimal, sesli harfler...
Kısıtlanmış birlikteliklerden doğan, yabani çocuklar...
Elleri mor, burunları kırık, cüsseleri iri, ağırsıklet boksörler...
Kelimesi kelimesine yanıt bekleyen, eski sevgililer...
Oturup kalkıp, aynı yere bakan paranoyaklar,
Kendinle sohbet eden hipokondriyaklar...
Ve sevmesi olanaksız, taş kalpli vagonlar...
Soğuk araba camları, gevşemiş lastikler, kırılmış bir pul ve mars edilmiş bir tavla oyuncusu...
Düşmesi ihtimal bir hikâyenin, kurgu oyuncuları...
Hece düşmesinin, satırlara yansıması ve ilk oyuncak...
Ve ilk kez burnunun kırılması...
Aslında burundaki u’nun düşmesi...
Ve yazdıklarımın hepsi, baştanbaşa bir hece düşmesi!
***
Satır boşluğu ve soluksuz kalmış kelimeler...

Süslü elbiseler ve süsü eksik kalemler...
Soluk almaktan korkan heceler...
Düşmesi ihtimal kelimeler ve sesli harfler...
Sureti donmuş, edepsiz satırlar...
Birbirini tutmayan, benzeri şahitsiz, laubali ilişkiler...
Ve çarpık hayatlar...
İnsanlar düşerken dünyadan, göz kırpışlarda,
Heceler düşüverir kelimelerden,
satır atlayışında...
Hani atlama desende atlanır ya o satırlar...
Dikkat etsen de, illa düşer o heceler...
İlla insan düşer, dünya durur, hayat çöker, yıldız kayar, pul kırılır...
Ve en nihayetinde hece düşer...
Düşen hece olsun da, kelimelere bir şey olmasın derler...
Derler de, ne çok bilirler o insanlar...

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Dinlenmesi Tavsiye Şarkılar:

  • Teoman-Ruhun Sarışın
  • Teoman-Galata'da Rıhtımda
  • Metallica - The Memory Remains
  • Grup Vitamin-İsmaiL
  • Grup Vitamin-Turkish KovboyLar
  • Kapital-Ben Gece Laciverttim. (Solo Gitar/Geri Vokal T.)
  • Kargo-Boğaziçi
  • Pinhani-Zaman Beklemez

12 Mayıs 2009 Salı

GizLi UykuLar


Uykuya sığındım yine... Uykunun belirsiz ve sıcak kollarına. Rüyalardan esinlendim, bir masal yazdım. Hayallerimin temelini oluşturan rüyalardan etkilenip, yeni bir hayal kurdum. Yalnızlığımı, yorganımın altında gizledim. Gizlediğim her şeyi uykularımda unuttum.
Gece yarısı, rüyamın en can alıcı kısmında yakılan ışık bile, rahatsız etmedi. Uykunun belirsizliğinde, uyuşan vücuduma eşlik ediyorum. Çakan şimşeğe, yağan yağmura aldırmıyor, başımı yorganımın altına saklıyordum. Tükenen nefesimde, sıklaşıyordu kalp atışlarım. Başımı kaldırıp, geceden bir nefes alıyordum. Bu nefes, yetiyordu rüyalarıma.
Kalp atışlarımı cama dayayıp, titretiyordum gökyüzünü. Bir melek istiyorum göklerden. Yalnızlığımı, uykumda beni saracak, sıcak bi dokunuşla beni düşlere götürecek bir melek. Gecelerce bekliyordum... Diğer tüm isteklerim gibi, bu da olmuyor...
İstemiyorum artık, gecelere yalan söylemek. Tek bi gözümü kapayıp, diğer gözümle koruyorum kendimi. Yorganımın pembeliğinde, düşleri çağırıyorum geceye... Yine, kimsesizlikte rüyalara sığınıyorum. Gökteki yıldızlar kadar uzak, gece güneşi gibi belirsiz. Sustukça büyüyen yalanlarımla, uykuma sığınıyorum...
Yaşadığım bu baharı, yaşadığım ölçüsüzlüğe bağlıyorum. Gökten düşen yağmur damlaları arasında, sabahı karşılıyorum. Dilimde, Nazım’dan armağan birkaç mısra, düşlerimde gece... Yine çoğalan yalnızlığımda, sabahı kucaklıyorum...

ÖLÇÜ
Sevdiğin müddetçe
Ve sevebildiğin kadar,
Sevdiğine her şeyini verdiğin müddetçe
Ve verebildiğin kadar gençsin.
Nazım Hikmet RAN

Gecenin Bir YaRısı oLanLar !

Gece yarısı, uyanmak için iyi değildir.
Gece yarısı uyanmak, iyi değildir.
Tanık olamadığın, kayan her bir yıldız için, acır yüreğin.
Gece yarısı, sevmek için iyi değildir.
Sevmek, gece yarısı iyi değildir
Geceleri sarhoştur gönüller.
Avare gezen kalpler, gece yarısı iyi değildir.
En iyi, gece yarısı aldatır insan sevdiğini...
En kötü ayrılık, gece yarısıdır.
En kötü kâbus, gece yarısında görülür.
Saatler sabahı vurduğunda, en kolay sıyrılır gece yarısından.
Kahpedir sokaklar da, gönüller gibi.
Gece yarısı, en kötüsüdür yalnızlık...
Ve en tatlı rüyalar bile, bölünür gece yarısı...

7 Mayıs 2009 Perşembe

Yazmak
için
artık
bir
sebebim
daha
var...
Ne güzel
öyle değil
mi?
(:

03:00

Saat gecenin bi'yarısı... Hatta kimisi bu saate sabah bile diyor... Saat tam tamına üçü dört geçiyor... Benim zerrece uykum yok... Zaten bu güne başlayışımdan belliydi, bugününde uykusuz geçeceği... O kadar yorgunum ki! Uyumaya da çok ihtiyacım var ama yatağın yanından bile geçmiyorum... Bilgisayarı kapatmayı aklımın ucundan bile geçirmedim... Zaten kapatsam, tam bi boşluk olacak...
Demin balkona çıktım, azıcık soluklanmak için... Şöyle bir içime çektim havayı... Duman kokuyordu... Anlaşılan bazıları, yaz ateşini bu gece yakmış...
Bugün uyumadım, uyumayacağım. Ama ötekilerden farklı anlamlar vardı uykusuzluğumda. Sebepsiz değildi...
Biraz Barca izleyip kendime geldim. Berbat bi maçtı ama 92. dakikada golün sahibi, Barca'nın kurtarıcısı Iniesta olmasaydı, maç Chelsea'nin olacaktı. Neyse ki bu maçta sorunsuz bitti.
Tanrı aşkına Tunakan! Gece gece neler yazıyorum böyle... En iyi bilgisayara ara verip, soluksuz bir korku filmi izlemek... :)

Portαkαl Rengi Elektro Akustik Gitαr'm ve Bαkış Açısı.. (18.02.09!) 'LA'

Daha onu ilk gördüğümde anlamıştım benim olacağını.. Başta renginden etkilendim.. Aslında bu tarz renkleri sevmem ama bu farklıydı... Herbir teli, başımı döndürmeye yetmişti.. Öyle harika ve parlak duruyordu ki! Benden başkası dokunamaz ve çalamazdı o gitarı! Ve artık, ona bir isim vermenin zamanı gelmişti...
Ancak işler düşündüğüm kadar da kolay olmadı.. Başta sıradan bir müşterigibi girip, istediğim gitarı söyleyecek, ücreti ödeyecek ve gitarıma kavuşmuş bir şekilde oradan ayrılacağımı düşünmüştüm. Ama hiçbir şey bu kadar kolay olmuyordu ki!
Biraz onun üzerinde vakit harcamak ve beni sevmesini sağlamam gerekiyordu..
Satıcı: İyi, siz gitarı istiyorsunuz da hanım efendi, acaba o sizi istiyor mu ?
Ben: Ha?
Satıcı: Hmm.. Nasıl desem..
Ben: Beyfendi artık şu gitarı alabilir miyim?
Satıcı: Şu mu? Çık çık çık. Daha baştan offsayt!
Ben: Off! O'nu almak için ne yapmam gerekiyor ?
Satıcı: Sizi sevmesi yeter! ;)
Müzik marketin en sakin köşesine oturdum ve gitarı elime aldım.. Hoş bir sıcaklığı vardı... Ve sevdiğim şarkıdan başlayarak, bir iki bi şeyler çaldım. Baktım gitar da memnun, bende! Nihayet satıcıda bu durumun farkına vardı da alabildim gitarımı.. Yoksa çok işim vardı!
Şimdi ismi "Larsuzra", alanı "elektro akustik", en sevdiği dal "bakış açısı" ve sahibinin ismi
" TUNAKAN!"
Sevmek için, emek vermek ilk koşuldur.. Emek yoksa eğer sevgi beklemek, saygısızlık olur!
Gitarlarım ve ben, her daim mutluyuz.. Koşulsuz sevgi bizimkisi .. :)

' L A '

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Beni Okuman İçin Sana Satır Dolusu Sebep!

Oku beni, sonsuzluğun içine akmak için... Hatta sonsuzluğu oku benimle, bağdaş kur, kanat çırp... Çünkü ben Matris -teki kırılmaya, uçurumdaki sonsuzluğa, gökyüzündeki saydamlığa, matematikteki mantığa, bilimdeki aykırıya, edebiyattaki akımlara, ateşten atlamaya, soyumuzun Moğollardan geldiğine, ismimim kimliğimdekinden farklı olduğuna, kısır döngüye, şeytanın yapıtaşına, psikolojinin saçmalığına, saçmalama sanatına, insanları sıktığıma, ilaçların yan etkilerinin olmadığına, bir gün, bizzat ben ve kankam tarafından, Grup Vegas’ın kurulacağına, Metallica’nın ölümsüz olduğuna, manzum yazı yazdığıma, Adı Yok Dergisi’nin kutsallığına, Nazım Hikmet’e, vampirlere, Pandora’ya, yazıklarıma ve kendime inanıyorum! Beni okumak için daha niceleri var, satır boşluğum yok!
:)

5 Mayıs 2009 Salı

Hıdrellez !


Valla bilmiyorum... Hıdrellez bir bayram mıdır yoksa yıllardan gelen bir gelenek mi? Her neyse... Uzun zamandır yani ben kendimi bildim bileli, Mayısın 5'i vurduğu vakitlerde, saat akşam 9-10 sularında ateşten atlarız. Öyle çok hoşuma gidiyor ki! Nedense bu sene biraz farklıydı.. Kendimi daha iyi tanıdığımdan mı yoksa dileyeceklerimin çoğalmasından mı bilmiyorum ama bu sene gelenekleri biraz bozuk sanırım.. Adete bir şölene döndü.. :) Dev büyüklüğünde bir ateşin üzerinden, sayısızca atlamak.. Hoş bi manzaraydı .. :)
Hıdrellezde ne yapılır?
Ateşten atlanır.. Dilekler tutulur.. Kurulan hayaller, en sevilen ağacın ya da çiceğin toprağına gömülür.. Ateşler körüklenir.. Birlikte olmanın tadına varılır.. Yine hepbir ağızdan dilekler sıralanır! Karanlığı geride bırakmanın huzuru işler dakikalara... Ve akın akın, ateşin üstünden atlanır... Haa, birde, doyasıya ateş ve kül kokusu içlere çekilir!
Bu gecelik bu kadar... Esas 'hoş geldin yaz' yarın akşam, kumsalda olacak.. Herkes yanına arkadaşını alacak ve kumsala ineceğiz.. Doyasıya eğlenip, şarkılar söyleyeceğiz.. Ve tabii gitarım beni yalnız bırakmayacak. İlk siftah bizden olsun dostlar! Sahil havası, başlamış bulunmaktadır!
Ah yaz, ah! Ne diyeyim, hoş geldin, sefalar getirdin! Dilerim soluk kesici bir yaz olur.. Dileklerimizi tazelediğimiz bu günde, neşe içimizden hiç eksik olmasın dostlar!
Ee, nice hıdrellezlere! :P

ÇocukLuk


Çocuk olmak, korkmaktır. Çocukken korkmak gerekir. Sokak lambalarından, köşe başında pinekleyen “amca”dan, annelerin korkuttuğu “bak geliyor” dedikleri ama hiç gelmeyen o zalim adamlardan, miladı geçmiş, bozuk sütlerden, oyuncağının bahçeye düşmesinden, babanın eve sinirli gelmesinden, annenin sana bağırmasından ve en çokta yıldız kaymasından korkmak gerek. Çocukluk, sandığınız kadar da basit değildir. Gece ışık olmadan yatamaz hiç bi çocuk. Ya da en korktuğu anlarda, başındaki televizyona sığınır ve uyuyamaz. Çocukluk, özgürlük değildir. Çocukluk, kısıtlanmış bir, koşullu müebbettir.
Çocukluk korkudur, telaştır... Çocukluk kardeşler arasında adalet, anne-baba arasında geçim kaynağıdır. Çocukluk harekettir. Özgürlüğü kısıtlanmış bir hareket. Ve çocukluk büyümektir. Gün be gün, aynanın karşısında, saçlarının ağarmasını beklemektir.
Çocukluk, bir geçiş dönemidir. Kendi ekseninde dönen bir çemberdir. Durduğu yerse gökyüzünün sonu, köprüden önceki son çıkışın eşiğidir. Çocukluk paylaşmaktır, çocukluk ağlamaktır, gözyaşıdır, salya-sümüktür. Çocukluk, sevgi dilenmektir, açlıktır, sefalettir. Çocukluk sanıldığının aksine pembe değil, siyahtır. Ve yüreğinde binlerce öğüt, binlerce kişilik taşır. Savaşın çocukları gibi...
Çocukluk uçmaktır. Geleceğe doğru... Bilmeden ve nedensiz.
Çocukluk, şuursuzca büyümek, sebepsizce korkmaktır. Çocukluk sanıldığının aksine, yaşamamaktır!

3 Mayıs 2009 Pazar

Dün akşam Barcelona’yı izlediğimde, “ayak kördür” lafını yalanladım. Böyle bir maçı sahadan izlemek isterdim. Umarım bir dahaki sefere. İşte futbol budur! Barcelona’yı ne zaman izlesem, futbolun gerçek bir spor olduğunu anlıyorum. Futbol=Barcelona... Barcelona=futbol...
Dilerim daha uzun yıllar boyunca Lionel Messi'Li, Samuel Eto'o'Lu, Thierry Henry'Li,Piqué'Li,Andres Iniesta'Lı Barcelona futbolu izleriz. :)
"Maç 90 dk., top yuvarlak!" sözü Barca'ya sökmez. Barca maçı tek kale oynar, ilk 25dakikada bitirir, topun şekline, cismine bakmaz! Barca sahada futbol oynar. Zira futbol yalnız yeşil sahadan ibarettir.
Barcelona!

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Bitmeyen Veda

Bir türlü sona ulaşmıyordu. İnemiyordum arabadan. İnsem sanki gök kararacak, kurtlar ulumaya, kuşlar kanat çırpmaya, başlayan her şey bitmeye başlayacaktı. Yapamadım. Bunları göze alamadım. Dikiz aynasına bakarak konuşuyordum. Tekrar aynaya doğru gövdemi kaldırdım. Ve:
-Başka bir şans daha yok mu?
+Şans mı? Ondan ne kadar uzakta olduğumuzun farkında değilsin herhalde...
-Peki, başka bir seçenek?
+Ne?
-Tanrı aşkına! Bitmesin! Gitmesin!
+İn şu arabadan!
-İnmem... İnemem Rich anla beni!
+Seni anlamak falan istemiyorum. Buna saatler öncesinden paydos ettim. Şimdi, in şu lanet arabadan! Sana emrediyorum!
-Haah! Emrediyormuş! Bu hakkı sana kimin verdiğiyle uğraşmayacağım. Şimdi bir daha asla beni göremeyeceksin!
+İN ŞU LANET ARABADAN! HEMEN!
-...
Elinde kalan son kartları yitirmiştim. Üstelik yağmurda yağıyordu. Ne o? Yoksa birinin gelip beni bu cehennemden kurtarması için, çığlık mı atacaktım? A, hayır. Böyle bir şeyin olması imkânsız. Hem burada kimse beni duyamaz ki!
Evet Anna. Çıkışın sonundasın. Buraya kadar gelmeyi nasıl başardın, aklım almıyor. Hem de her şey o kadar güzelken. Yalnızca bir gecede olup bitmişti ve sen her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmıştın. Şimdi de, kendini deyimleri dahi ihlal edecek kadar haklı görebiliyorsun. Bana bağırdığında, gözlerindeki nefreti görebildim. O kadar canlıydı ki... İmkânsızla oynuyordum. Baştan beri, benim olması imkânsız zarları tutuyordum elimde. Sahi, oyununda sonuna gelmiştik, öyle değil mi?
Çocuklukta kurduğum düşlerin çok ötesindeydim. Hangi yola girsem, dönülmez bir kavşak çıkıyordu önüme. Kavşak. Dönülmez. Beynimi oyalamak adına, saçmalıyordum. Bazen ufak taşları ayakkabımın ucuyla dövüyor, bazen herhangi birini eğilip alıyor ve herhangi bir arabanın lastiğine fırlatıyordum. Etrafı süzüp, sahibinin bunu görmemesini diliyordum. Hepsi bu kadardı. Arabadan ineli, ondan ayrıları bilmem kaç saat olmuştu ama ben hala aynı yerdeydim. Dönüp dolaşıp, arabadan indiğim yere geliyordum. Bir gece önce konuştuklarımız beynimi kazıyordu...
Cevapsız sorularımla, inmiştim arabadan. Oysa daha sormak istediğim o kadar çok şey vardı ki! Hiçbirini soramadan, sorduklarımdan hiçbirinin cevabını alamadan, inmiştim arabadan. Vedalaşamadan. “Hoşça kal” diyemeden, inmiştim. Peki, bitmiş miydi? Belki onun için “evet”. Ama benim için, o kadar kolay olmayacaktı. Hala beynimde, veda replikleri oluşturuyordum. Birini beğenmiyor, diğerini düşünüyordum. Onunla yeniden karşı karşıya gelebileceğimizi hayal ediyordum. Boston’daki evde... Onunla... Zordu... Zor bi ihtimaldi.
İçimdeki veda hala sürüyorken, gün dönmüştü geceye. Bağdaş kurup oturmuş, hayal kurup yorulmuştum. Oturup kalkıp, çakılları dövüyordum. İncinmiştim. Kırılmıştım.
Bitmeyen bir veda idi içimde yankılanan. Sönmeyen. An gibi, güneye doğru biriken bir veda.
—Yeniden, seni görebilir miyim?
+Hayır. İmkânsızı isteme benden. Bu yaşadıklarımızdan fazlasını verdim sana. İmkânsızı dileme benden.
—Hayallerimi, bununla sınırlı tutamam, öyle değil mi? Yalvarırım Rich. Tekrar seni görmeme izin ver.
+Hayır Anna. Anlamıyor musun? Bit-ti. Buraya kadarmış.
—Seni yeniden görebilir miyim Rich?
+Anna?
-Ricchh!! Gitme! Rich! Biri şu lanet arabayı durdursun!
+Anna buradayım, sakin ol!
..Hastanın durumu ağır. Ameliyathaneyi hazırlayın..
+Anna. Seni seviyorum. Affet beni. Anna.
-...


"En kötüsü neydi biliyor musunuz? Bile bile gitmesine izin vermek. Ve gelişini izlemek. En kötüsü hangisiydi biliyor musunuz? Onu kendi ellerinle o odaya tıkmak. Ve saatlerce yeşil ışık beklemek. Ve en zoru neydi biliyor musunuz? Aslında beklenenin asla gelmeyecek olması. Asla. Asla!"