20 Haziran 2009 Cumartesi

Hayatın zar atışı, kalbin teklemesi, böceklerin ayak sesi...


Gördüğümün o endişeli gözlerden farklı olduğunu bilen tenha sokak ve beni bırakmak istemeyen, ayağıma engel olmaya çalışan milyonlarca ama milyonlarca, dev karınca. Saklambaçta sobelenişimden asırlar geçmiş, izimi unutmuşum dar sokaklarda. Bilmediğin kaç cümle devirdim, senden habersiz caddelerde. Bilmediğin kaç mısrayı doladım diline de vazgeçiremedim seni sokaklardan. Sen bilmeden alıp başımı gittim bu şehirden ceketim ve koltuk değneklerimle. Sen bilmediğinde titredim ve sokuldum bir kedinin cansız bedenine, bedeninin uyuşmuş soğukluğuna, nahoş kokusuna ve atmayan kalbine. Ödünç aldığım kaç sözcüğü geri vermek için yazar arkadaşlara, kaç kez atıldığım yollarda halt edildim cani kaplumbağalara.

Bak şimdi söylüyorum ve bir daha tadını almamak için gidiyorum. Eğer inansaydım gerekli olduğuna yahut seni acıtacağına bilirdim sahte sokakların ürkekliğini. Oysa sen titreyen yıllar kadar ince kalbi avuçlarına almış, sessizliğinle derlemiş-toplamış ve geleceğe ödünç vermiştin. Sen bilmeden atan kalbimi böceklere yem, sessizliğine terbiye etmiştin.

Gerekli olduğunu bilmeden hangi piyonu devirdim ki? Saklayamadığım amaçları biriktirip omuzlarımda, nefret ederdim satrançtan. Adımını sayarak atan bir sürüngen misali, hamleleri takip etmenin akışkansızlığından, nefret ederdim. Oysa sürüngenler, adım bile atmazlardı ki!
Bilseydim yanı başımda tüteceğini nefesinin, soluğunu duyabilmek için kaçmazdım. Hasat zamanında bir uyarı alabilseydim senden, eteğimi yırtar, boğazımdan akıtırdım nefreti. Soluğum kirli havaya aldırmadan, eller havaya misali, kovboyculuk oynardık. Belki ben yenilirdim, belki de sen.

Oyunun hangi raddesinde devre dışı kalacağını önceden sezmek gibiydi o sokaktan kaçmayı düşünmek. Yalnızca düşünmüştüm. Ama dev karınca ordusunu hesaba katmamıştım. Eskilerde ellerimi uzatıp gökyüzüne, en yüksekten yakalamak için kar tanelerini zıplar dururdum bahçemde. Bakışlarına aldırmadan gözlerimi devirir ve topraktaki karıncaları saklardım kalbimde, ezilmiş ruhumda ve bedenimde...

Bilmeden oyundan atsalardı beni, inan kanım daha derinden akmazdı. Akışkansızlığımı korumak için çırpınmazdım bunca asır. Beni bırak da, en çok mevsimim kızdı bana dün gece, o dar sokakta. Böyle koşturmak için vaktin geç olduğunu belki yıllardan üç bin bilmem kaç ama aylardan Haziran olduğunu söyledi. Böylesine yaz sıcağını andıran, demek tatlı sohbetler değil de, acısını içinde yaşayan bir Haziran idi. Haziran’da şehre yağmur düşmüş, kalbe solungaç eklenmişti. Asır, en soğuk Haziran ını yaşıyor ve satırlara yazıyordu. Aslında hayat, bu asır da, Haziran dan da soğuktu gözlerinde. Soluk gözlerini kısıp bana bakan sen değil de, senin ölmüş kedilerindi... Ben yüksekten hiç korkmazdım da, korkanları şimdi anlıyordum. Mevsim geçmiş, aylar tünemiş ve bahar nüksetmişti kalbine. Kalbin bahar sarhoşluğuyla dolu, aklın mevsimin huzurundaydı. Kendi sonunu hazırlamış bir kurban gibi unutulurken o ıslak sokaklarda, acımı en çok kaldırımlar paylaşmıştı. Soluk alıp vermek bi yana, en çok gökyüzüne bakmayı özlemiştim.

Acımı derinime itip, yaşlarımı silmiştim. Hani öncedendi hayat, hamleni belirlemek. Şimdi -yalnız- zar atıp, şansına oynamaktı. Bilekten güçlü beyin olmaz derlerdi de, ben en çok parmakların gücüne inanırdım. Okuyup okumamam gerektiğini bilmeden, hızlıca susadım sana. Gözlerimi kırpıp, ellerimi birleştirdim. Her bir hamlende mat – olmaktansa, tek bi zarla mars olmayı tercih ediyordu kalbim. Daha dün hayatın zarını tutmuş ve ne olacağını bilmektense, zarların dönüşünü izlemeyi seçmiştim. Son şansımda, son kez kulağına fısıldıyordum dar sokakların keskin çığlıklı köprülerinde, ‘arkamdan gelme!’ diye... Doğru yol değildim. Hiç olmamıştım. Zira artık ben bir yolda bile değildim. O sevimsiz, köhne acemilerin yanına çöküp, bir tutam hayatın paradoksunu çekiyorum içime. Sen giderken kapıya asılı böceklerini bıraktığını anımsıyorum. Şimdi devleşmiş, güçlenmiş ve bana kin beslemişlerdi. Aslında ne hissettikleri önemli değildi.

Korkuyordum. Bu iyiye işaretti, bu sevimli ve mayhoştu.
Ama ben böceklerden değil, böceklerin ayak seslerinden korkuyordum.
İşte bu hayattı, bu hayatın sınırındaki paradokstu...
***


" Hayattan ve hayatın getirilerinden korkan, saçma hayatlar topluluğuna.
Korkutucu olanın böcekler değil, böceklerin ayak sesleri olduğuna inanan insan kesimine.
Zar atıp kazanmaya, hayatın adım adım izlenmemesi gerektiğine inanan yaşayan canlılara.
Ve umutla asırlarda kulaç atan tüm insanlara. —Ulaşabildiklerimize- "

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder